Alevilik | Bektaşilik | Ehl-i Beyt | Kerbela | 12 Imamlar
Doc Dr Yagmur 1
ALEVİ BEKTAŞİ TARİHÇİLİĞİNDE TEMEL ÇIKMAZ:
YANLI VE YÜZEYSEL BAKIŞ Yrd.Doç.Dr. YAĞMUR SAY
1990’ların başından beri Türkiye’de Alevi-Bektaşiliğin inanç kökenleri ve temellerinin tarihsel arka planı hakkında, Alevi, Bektaşi yazarların da dahil oldukları özellikle popüler nitelikli yayınlarda birbiriyle çelişen değişik görüşler, tezler ortaya atıldı. Bu müelliflerden bir kısmı Aleviliğin temeli olarak antik Anadolu kültür ve inançlarına¹ ağırlık verirken, bir başka kesim Mezapotamya din ve kültürünü² öne çıkardı. Kürt kökenli bazı Alevi müellifler ise yaptıkları yayınlarda Zerdüştilik ve Mazdekizm gibi eski İran dinlerini Aleviliğin temeli olarak alıyorlar, dolayısıyla Aleviliğin Türk kökenli değil kürt kökenli olduğunu³ ispata çalışıyorlardı4.
Ziya Gökalp zamanından beri Alevilik ve Bektaşiliğin eski Türk Şamanizminden doğduğuna dair eski ve yerleşik bir görüş bulunmakta ve 1970’lerde bu görüş Mehmet Eröz5 tarafından da kuvvetle vurgulanıyordu. Bunun karşısında İbrahim Kafesoğlu6 ise Şamanist etkiyi kabulle birlikte Türk’lerin hiçbir zaman Şaman olmadıklarını eserinde önemli bilimsel verilerle tahlile çalışmakta idi.
Buradan hareketle temel kaynaklara bakılarak, Alevi-Bektaşi inancının temelinde eski Orta Asya Şamanizmi kadar, Budizm, eski uzak Doğu, Zerdüştilik, Mazdekizm, Manihcizm gibi antik İran dinleri, Hırıstiyanlık, Musevilik, antik Anadolu ve Mezopotamya mitolojisinin7 varlık ve etkilerini görmek hiç de yanlış olmasa gerek. Yani; Alevi-Bektaşi inancının yanlızca belli bir etnik veya dini köken ve kültürün değil orta Asya’dan Balkanlara kadar uzanan geniş bir coğrafyanın ürünü olduğunu bilerek oluşturulacak yeni tezler ve yeni yaklaşımlar bu alandaki bilimsel çalışmaları oluşturacaktır kanısındayız.
Yukarıda zikrettiğimiz bakış açısına ulaşamama ve formasyondaki eksikliğin elbette ülkenin içinde bulunduğu sosyal, kültürel hatta ekonomik yapı ile yakından ilişkisi bulunmakta idi.1960 sonrasında Türkiye’de o zamana kadar hakimiyetini sürdüren resmi tarih, yavaş yavaş sorgulanmaya başlandı. Günümüzde henüz, tabii ki büyük çoğunluğuyla, akademik çevrelerin dışında süren bu sorgulamaya, az da olsa bu çevrelerin içinden bazı tarihçilerin katılmaya başladıklarını görmek ilginçtir. Resmi tarihin bu sorgulaması, tepkisel nitelikte olduğu için, aslında daha başından beri resmi tarihin kendisini bizzat icra ettiği bozulmaya bu defa ters yönde bir bozulmayla karşılık verme şeklinde başladı.
Özellikle 1970’li yıllar artık Türkiye’de, tabii ki bütün nüanslarıyla, Batı yanlısı, Sol ve Muhafazakâr eğilimlerin geniş çapta eski kültüre ve tarihe yöneldiği, bazı tarihi olay ve kimliklere el attığı bir dönem oldu. Örneğin sol düşünce, devrim ideolojisinin tarihi temellerini oluşturmak ve sağlamlaştırmak adına Şeyh Bedreddin’e yönelirken, kısa bir süre sonra Türkiye’deki mezhebî farklılıkların da dikkate alınmak zorunda olduğunu görerek bu temellere Pir Sultan Abdal ve Hacı Bektaş-ı Veli’yi de dahil etti. Bu ideolojik söylemin boyutu o denli artacak ve öyle bir hale ulaşacaktı ki bilimsel veriler bir kenara bırakılarak bu tür çalışmalarda; “yüzyıllar boyu sömürücü, zalim Osmanlı’ya karşı” nasıl kahramanca bir mücadele verildiği anlatılacaktır8. O günlerden bu yana Türkiye’de devletin, onun dışındaki ideolojik çevrelerin temsilcisi olan aydınların ve bilim adamlarının bilhassa Hacı Bektaş-ı Veli üzerindeki mülkiyet mücadelesi hala sürmektedir9.
Şeyh Bedreddin ile Bedreddini, Börklüceli ve Torlaklık olgusunun arka planında; İslamla Hırıstiyanlığın ve Yahudiliğin senkretiziminden oluşan bir fikri alt yapı, bunu destekleyen Hurufi etki gözden kaçmıştır. Ayrıca, Bedreddin önderliğinde gelişen ayaklanma düşüncesinin arka pilanında; sınır boylarında köklü gazi geleneğinden, merkeziyetçi bir yönetim tarzını arzu etmedikleri için, merkezkaç gücü temsil eden bir topluluk olarak bu gücü ellerinden bırakmak istemeyen zümrenin karşı hareketi görülemedi. Yine bu düşüncenin temelinde olan; farklı dinlere ve etnik kesimlere mensup insanları bir araya getirebilen, eşitlikçi, katılımcı, paylaşımcı, hakça bir düzen, bir dünya cenneti vaadeden bir ideoloji kullanan halk hareketlerinin gençlikle mesiyanik (Mehdici) karekterli olduğuda bilinmedi. Bu hareketin tamamen bir köylü ayaklanması olmadığı, büyük ölçüde imtiyazları ellerinden giden müslüman sipahilerin, sınır gazilerinin ve Hırıstiyan feodallerin isteklerine de cevap veren bir hareket olduğu kabul edilmedi. Bedreddin’in devlet mekanizması içinde alternatif yönetim adayı olan Şehzade Musa ve hareketi ile olan siyasal bağlantısıda göz ardı edildi10.
Bugün, muhafazakâr Alevi, Bektaşi çevreleri bir çok ögede veya seçilen kimliklerin alı yapılarındaki sözkonusu senkretizmi reddetmekte, inançlarının İslam dışı kaynaklardan değil, yalnızca İslamdan kaynaklandığını özellikle vurgulamaktadırlar. Ancak bilimsel gerçekler onları doğrulamamaktadır.
Bugün Aleviliğin Hz. Ali’yi daha fazla sevmekten başka birşey olmadığı, Alevi-Sünni ayrımının “iç ve dış güçlerin” Türkiye’yi bölmeye yönelik bir oyunundan ibaret olduğu yine sıkça kullanılan tezlerdendir. Bu tespitte yanlış ve anlamsızdır.
Alevilik meselesi özellikle 1990 tarihinden itibaren resmi devlet kaynaklarında, siyaset ve basın çevrelerinde, aydın kesimde de bu doğrultuda götürülüyor ve her zaman olduğu gibi siyasi, ideolojik ve hatta madi çıkarların yatırım malzemesi yapılmaya çalışılıyordu. “Alevilik Hz. Ali’yi sevmekse bizde Aleviyiz” şeklinde bilimsel olmayan spekilasyonlara başvuruluyordu. Bugün, Alevilik-Bektaşilik sorunu ne devlet, ne siyaset, ne basın ne de sözde entelektüel ve akademik çevreler tarafından gerçek çehresiyle, tarihin içinden geldiği biçimiyle ve bugünkü yapısıyla aslında olduğu gibi tanınmak, bilinmek ve öğrenilmek istenmemektedir adeta. Yalnızca güdülen amaçlara uyabilecek, kullanılabilecek yanları arştırılıyor ve bunun içinde yapay tezler üretilmektedir.
Bu yapay, tek yönlü ve spekülatif tezleri11 şöyle sıralamak mümkündür.
1- Alevilik, Sünnilikten çok daha fazla Hz. Ali’yi sevmek ve öne çıkartmak, aslında Sünni halk inançlarında da varlığını sürdüren İslam öncesi eski Türk inançlarına daha fazla yer vermekten ibarettir. Dolayısıyla Sünnilikten fazla bir farkı yoktur. Alevilik Hz. Ali’yi sevmek ve onun gibi yaşamaktır. O halde Aleviler gerçekten Alevi olduklarını iddia ediyorlarsa onun gibi yaşamalıdırlar yani İslam’ın bütün esaslarına uymalıdırlar12.
2- Hz. Muhammed’in vefatından sonra halifeliğe Hz. Ali’nin getirilmesi gerekirken hakkının yenmesi, daha sonra ise Muaviye tarafından gasp edilmesi sonucu bu hakkın Hz. Ali’ye ait olduğuna inananların oluşturduğu topluluğun adıdır. Bugün Türkiye’deki Sünnilerin de bir çoğu bu düşünceye katılmaktadır. O halde bir ayrılığa gerek yoktur.
3- Alevilik bir inanç ya da bir din, bir mezhep değil, bir yaşam biçimi, yaşam felsefesidir. Tanrıyı insana indirgeyerek insanı “insan üstü”nün baskısından kurtarıp yücelten, Tanrı’yı insan seviyesine indiren, özdeşleştiren, insanlaştıran bir çağdaş düşünce tarzıdır.
4- Alevilik her zaman her yerde haksızlığa, sömürüye, ezilmişliğe karşı bir başkaldırı ideolojisidir.
5- Alevilik; çağlaşlık, demokratlık, laiklik ve özgür düşünceden yana olmak demektir.
Meseleye ilmi açıdan bakarsak; Aleviliğin doğuşunun esas olarak Hz. Ali ile, onun Muaviye’yle olan hilafet ve imamet mücadelesi ile kesinlikle bir ilgisi olmadığını rahatlıkla görürüz. Hz. Ali olmasaydı da (adı Alevilik olmamakla beraber) bugün aynı nitelikte bir toplum yine mevcut bulunacaktı.
Bunun cevabı, daha Müslüman olmadan önce Orta Asya’da değişik yerlerde ve zamanlarda yaşayan Türk topluluklarının sosyo-ekonomik ve kültürel yapıları arasındaki büyük farklılıklarda saklıdır. Uzun zamandır yerleşik hayat yaşayan, okuma yazma bilen, az çok gelişmiş bir kültür seviyesine sahip olan şehirli Türkler’le, at sürülerinin peşinde yeni otlaklarda durmadan yer değiştiren, yazılı kültürle tanışmamış göçebe Türk boyları arasındaki bu fark, onların İslam’ı algılayış, anlayış ve yaşayışlarına da yansıyordu.Yeni dinin esaslarını ve kurullarını ana kaynaklarından öğrenme imkânına sahip bulunanlar arasında Ehl-i Sünnet’in İslam anlayışı yayılıp gelişirken, bu imkânlardan yoksun olanlar arasında ise, çok tabii olarak coşkucu bir sufilik anlayışının süzgecinden geçmiş, eski inançlarla karışık bir din anlayışı, şamanlara benzer cezbeci sufiler aracılığıyla yayılıyordu. Bu göçebe hayat tarzı içinde oluşan dinsel anlayışda, günde beş vakit muntazam namaz, Ramazan orucu ve benzeri şer’i ibadetler yer bulamıyor, Allah inancı eski Gök Tanrı, Peygamber inancı ise Şaman imajı ile karışıyordu. Böyle olduğu içindir ki, X. Yüzyılda yeni Müslüman olmuş bir Oğuz beyi, abbasi elçisi-seyyah İbn Fadlan’a “Rabımızın karısı varmı?” 13 diye sorabiliyordu.
İşte böyle bir dinsel anlayış, muhtelif göçebe Türk zümreleri arsında aynı sosyo-ekonomik yapıyla beraber sonraki yüzyıllarda da var oldu ve XII. – XIll. yüzyıllarındaki göçlerle Anadolu’ya intikal etti. Bu arada yıllar boyunca, Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar yol üstündeki bütün kültür inançlarla karışa karışa bağdaştırmacı (syncretisle) bir yapı kazandı. Bu yapıyı Anadolu’da zenginleştirdi. Eski mitolojilerin üstüne yeni mitolojiler ekledi, ama temeldeki güçlü sufiyane (mistik) özelliği korudu. Böylece bugünkü Alevilik-Bektaşiliğin inaç temelleri oluştu. Bu temeller, Budizm, Şamamizm ve Manihcizm gibi eski dinlerin bakiyyesi olan hulul (incarnation – Tanrı’nın insan bedenine girmesi) ve tenasüh (reincarnation – bedenden bedene ruh göçü) gibi iki temel inanca oturur. Bu temel inaçları Sünni İslam’da aramak anlamsızdır.
İşte bugünkü Alevi ve Bektaşi toplumunun ataları olan zümreler, böyle bir dinsel anlayışı XII. – XIII. yüzyıllarda Orta Asya’dan Anadolu’ya getirdiler. Bazı muhafazakâr araştırıcıların kabullenmemekte ayak diremelerine rağmen, İslam’dan çok farklı bu dinsel anlayış, bu alanın eski ve yeni bütün gerçek uzmanlarının çok iyi bildiği gibi, o zamanlar henüz Hz. Ali kültü, On iki İmam kültü ve Kerbela kültü ile tanışmamıştı. Ama Ahmed-i Yesevi’den beri kadın-erkek ortak ayinler14 yapılıyordu, Anadolu’da da yapıldı. XVI. yüzyılda buna Ayin’i Cem adı verildi.
Alevilikle Hz. Ali, Oniki İmam ve kerbela olayının bağlantısı, başlangıçta mevcut olmayıp, XVI. yüzyıl başlarında Safevi hükümdarı Şah İsmail-i Hatayi tarafından oluşturulmuş ve Alevilik bugünkü görüntüsünü de bu devirde kazanmıştır.
Bu zikredilen kültleri bu heteredoks İslam anlayışının içinde başarıyla aşılıyan ve böylece bugünkü Aleviliğin temelini oluşturan, ritüellerini, ayinlerini, bunların usul ve erkânını, eski ayinlerle karıştırarak yeni bir yapıya kavuşturan, XVI. yüzyılında Şah İsmail Hatayi oldu. O bunu, müthiş bir mistik lirizm yansıtan nefesleriyle ve teşkilatçılık kabiliyetiyle başardı. Eski şamanist nitelikli ve soy süren dini liderliği, seyyidlik kurumuyla birleştirerek, başta kendisi olmak üzere, bu dini liderlerin Hz. Ali soyundan geldiğini gösteren icazetnameler dağıtmak suretiyle bugünkü dedelik kurumunu yarattı15. İşte Aleviliğin Hz. Ali ile, Ehl-i Beyit ile ilgisi böyle başladı.
O halde Aleviliğin ve Bektaşiliğin doğuşunda, Hz. Ali ve hilafet meselesi, Hz. Ali ve Muaviye kavgası ile uzaktan yakından bir ilgisi bulunmadığı, Aleviliğe ve Bektaşiliğe vücut veren temel faktörün bu olmadığı iyi bilinmelidir. Ama XVI. yüzyılında Hz. Ali, İslam tarihinde yaşamış Hz. Ali’den, Sünniliğin inaçlarındaki Hz. Ali’den çok farklı bir biçimde, Şah İsmail tarafından “Tanrısal” bir nitelikle Aleviliğin inanç merkezine oturtuldu. Böylece heteredoks Türk Müslümanlığı, Alevilik oldu. Alevilikteki bu mitolojik nitelikli Hz. Ali inancının Sünniler’in anladığı Hz. Ali sevgisi ve onun gibi yaşamak meselesiyle çakışan en ufak bir yanı yoktur. Alevilikteki Hz. Ali inancı ve kültü, tamamiyle apayrı bir teolojidir. Onun için yukarıdaki ilk iki tez hiçbir gerçeklik temeline oturmadığı gibi, bugün Alevi Bektaşi topluluklarında da hiçbir anlam ifade etmez.
Şu veya bu sebeple Sünniliğe yakınlaşmış veya sünnileşmiş belli sayıdaki Alevi’yi öne çıkartarak günümüzde bazı çevrelerce seslendirilmek istenen sünnileşmiş Alevilik anlayışı, Aleviliğin tarihi ve aktuel çizgisini ve yapısını, dolayısıyla asıl Alevi-Bektaşi toplumunu kesinlikle temsil etmemektedir.
Bu tür Aleviler eskiden de vardı, bugün de vardır ve gelecekte de olacaktır. Ama bütün bir Alevi toplumunun bu çizgiye gelebileceğini düşünmek, bu toplumu tanımamak ve meseleyi hafife almak demektir.
Yaşanmış bir tarihi ve bu tarihin oluşturduğu yapıyı bir kenara koyarak, sırf, Hacı Bektaş-i Veli tarafından yazıldığı henüz ikna edici bir şekilde ispat edilmemiş Makalat kitabına dayanmak suretiyle Aleviler’i ve Bektaşiler’i şer’i çizgiye çekmeye uğraşmanın da tarihi tersine çevirmeye çalışmaktan başka hiçbir anlamı yoktur16.
Ayrıca Alevi-Bektaşi inancındaki topluluk, nasıl Kur’an’ı Sünnilerin anladığı gibi anlamıyor ve yorumlamıyorlarsa, Kur’an ayetlerine batıni bir takım anlamlar yükleniyorsa, Makalat’ı da Sünniler’in anladığı gibi anlamayacaklardır. Bu itibarla, Makalat etrafındaki spekülasyonlar, Bektaşiliğin ve Aleviliğin bu tarihi yapısını kesinlikle etkilemez ve değiştiremez. Bu çabaları sarfedenler, gözlerinin önündeki Aleviliği ve Bektaşiliği inaçlarıyla, kültürüyle, İslam anlayışıyla, görüntülediği yapısıyla doğru dürüst inceleyip anlamaya çalışacak yerde, Alevi-Sünni yakınlaşmasını illa Makalat’ı kullanarak Sünni çizgide gerçekleştirme çabasından vazgeçip onları oldukları gibi kabul etme yoluna girseler, daha faydalı ve gerçekçi bir iş yapmış olacaklardır.
Alevilik çok ileri bir Vahdet-i Vücut telakkisine dayalı bir Tanrı anlayışı etrafında oluşmuş, çok belirgin bir tasavvufi karekter arz eden bir inanç sistemi olması dolayısıyla ateizimle de asla bağdaşmamaktadır.
Aleviliği sadece bir “yaşam felsefesi”, bir “yaşam tarzı” şeklinde, tarihten, bugünden kopuk bir biçimde algılayarak koyu bir mistik karekter sergileyen yapısına taban tabana zıt bir tarzda sunmak isteyen, bu tez, en azından öteki tezler kadar temelsiz ve gerçek dışıdır... Bilimsel düşüncenin dışındaki bazı çevreler bu tezi özellikle işleyerek Aleviliği Türkiye’de Sünni Müslümanlığa karşı kullanmak istemektedirler. Onların bu amacı da bu yolla, Türkiye’de Alevi-Sünni gerginliğini sürekli canlı tutabilmektir. Zaten bu amacı çok iyi sezildiği içindir ki bu tez, Türkiye’de Sünnilerden çok, asıl büyük Alevi kitlenin şiddetli tepkisini çekmektedir17.
Alevilik tarihte, Mu’tezile, Müşebbihe, Mürci’e vb. felsefi nitelikli teolojik tartışmalardan doğan bilinen klasik İslam mezheplerinden biri olmadığı gibi, siyasi iktidara talip olan militan bir ihtilal ideolojisi olarak da ortaya çıkmamıştır. O, kendiliğinden gelişen bir tarihi sürecin, sosyal, kültürel, dini, ekonomik, siyasal ürünüdür.
Marksist düşünce Aleviliğin “bir başkaldırı ideolojisi” olduğunu sürekli bir şekilde vurgulamaktadır. Alevilik böyle bir anlayışın ürünü olarak değil, göçebeliğe dayanan bir sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel ortamın kendine özgü bir halk inancı anlayışı olarak doğal bir şekilde doğmuştur. Bunun aksini savunarak Aleviliği bir ihtilal ideolojisi gibi göstermeğe çalışanlar, belki Türkiye tarihinde zaman zaman heteredoks İslamın, bir takım isyanların ideolojisi olarak kullanılmış olmasından yola çıkıyorlar. Fakat Alevilik özellikle bu amaç uğruna oluşturulmuş bir ideoloji değildir. Bu ikisi farklı şeylerdir18.
Alevilik demokrasi, laisizm, özgür düşünce, çağdaşlık, ilericilik gibi, esas olarak XIX. yüzyıl başlarında Batı dünyasında yükselen kavramlardan tamamen farklı bir zamanda, zeminde ve apayrı bir kültür ortamında doğmuş, gelişmiş olan bir inanç sistemi ve bunun yarattığı yaşam tarzıdır. Dolayısıyla Aleviliği bunlarla açıklamağa çalışmak, zamandışı (anakronik) ve keyfi (spekülatif) bir yaklaşımdır ve yanlıştır19.
Bu kavramların tam anlamıyla yerleşmesi için mücadele verilen Türkiye’de, imparatorluk döneminde uzun yüzyıllar boyu kendini geri çekmek ve gizlemek zorunda kalan, bununla beraber daha yakın zamana kadar Cumhuriyet döneminde de aradığı serbestliği pek bulamayan Aleviliğin, 1983 sonrasının değişim ortamında kendini gündemde tutabilmek ve kabul ettirebilmek için böyle bir yola başvurması bir bakıma anlayışla karşılanabilir. Hatta Cumhuriyet’le beraber Kemalist ideoloji doğrultusunda gerçekleştirilen ve dinsel yönetim anlayışını geri pilana iten reformların, doğal olarak Sünni halk kesiminden değil de, daha çok Alevi kesim tarafından destek gördüğü doğrudur. Ama Aleviliğin bu tutumu hiç şüpesiz Osmanlı döneminde duyulan tepkinin ifadesidir. Kemalizm, laisizm, demokrasi vb. gibi kavramların yüzlerce yıllık bir inanç sistemi ve yaşam tarzının simgelediği geleneksel Alevilik ve dinsel (fıkhi ve kelime olarak) bir bağlantısının olmadığı açıktır.
Milliyetçi, muhavazakâr çevrelerin tarih yaklaşımının temelinde tarih bir “inanç alanı” olma özelliğini sürdürmektir. Modern bir disiplin olarak algılanmadığı açıktır. Yani Türkiye’deki tarih, özellikle İslami dönem Türk tarihi, bir kesiminin açıkça ifade edilmeyen bir düşmanlık ile baktığı “gerici bir dönem”i simgelerken bir başka kesimin “iman-inanç” konusudur. İki kesim arasındaki “tarihsel persfektif” savaşı yanlış yönlendirmelere, kavram kargaşasına, bilimsel olmayan yapay tezlerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
Türkiye’deki Marksist düşünce Alevilik-Bektaşilik ve Hacı Bektaş-i Veli’yi Marksist bir kimlikte yorumlamaya başlamış, 1980 öncesinde Kemalizm’e “Burjuva Devrimciliği” deyip eleştirenler ise şimdi Kemalizm’in tek kurtuluş çaresi olduğunu vurgulamaktadırlar. Bu düşüncenin salikleri Hacı Bektaş-i Veli’yi “Anadolu’nun ilk demokrat laik ve devrimci halk lideri” olrak takdim etmektedirler. Bunun karşısında olan dindar, milliyetçi, muhafazakâr söylemin salikleri ise, Alevilik-Bektaşilik ve Hacı Bektaş-i sahiplenmek zorunda kalmış ve “dindar perspektif” içinde konuyu komplo teorisi ile yaklaşarak başka bir ideolojik boyut katmışlardır. Bu kesim Alevilik ve Bektaşiliği tamamen Sünni İslam yorumu içinde telakki etmeğe çalışmış ve çizdiği Hacı Bektaş-i Veli imajı, “milliyetçi, su katılmamış Sünni, büyük bir alim ve mutasavvıf Hacı Bektaş-i Veli” imajını yaratmıştır. “Kültür tarihimizin büyük mütefekkir ve mürşitlerinden biri de hiç şüpesiz Hacı Bektaş-i Veli’dir.”20 diyen tarihen doğru olmayan, ancak spekülasyon niteliği taşıyan ifadeler İslamcı ve muhafazakâr kesimin sıkça kullandıkları betimlemeler olmuştur.
Türkiye’de Alevilik ve Bektaşiliğin, Hacı Bektaş-i Veli’nin heteredoks müslümanlık değil, Sünni müslümanlık çevresinde ele alınması gerektiği konusundaki tarihsel temelden yoksun iddiaları ortaya atan ve savunan araştırmacıların çoğunun tarih formasyonu almamış kişiler olduğunu görmekteyiz. Bu araştırmacılar, Alevi veya Sünni kökenli marksist sol kesimin bu meseleye yaklaşımına tepki gösterirken, bu tepkileselliğin etkisiyle oluşturdukları kendi tezleri de, onları tarihsel ve bilimsel metedoloji ve yaklaşım zaaflarının aynısını sergilemektedir21.
Eleştirilerin temeli, “Türk toplumunun tamamiyle mükemmel bir Sünni İslam yorumunu benimsediği, ancak bu toplumun bazı kesimlerinin eskiden beri zaman zaman bir takım “dış güçler”in tahrikiyle Sünni İslam dan saptırıldığı” ön kabülünün sonucu olarak, “Türk tarihinde Sünni olmayan (heterodoks) bir İslam anlayışının mevcut bulunmadığı var sayımına dayanır. Bu varsayımdan hereketle de Alevilik ve Bektaşiliğin, dolayısıyla Hacı Bektaş-i Veli’nin kesinlikle ve kesinlikle böyle bir heterodoks İslam çerçevesi içine oturtulamayacağı tezi öne sürülür. Bu tezin ideolojik uzantısı ise, “şayet Türk tarihinde heterodoks bir İslam anlayışının varlığı kabul edilirse, bunun ancak bölücülerin işine yarayacağı” düşüncesidir. Alevilik, Bektaşilik ve Hacı Bektaş-i Veli konusuna bu tarz bir yaklaşım “tarihi bozma” eyleminden başka bir şey değildir. Eninde sonunda yapılan, tarihçi olmayan araştırıcıların, “bölücülere fırsat vermemek” uğruna tarihi bozmuş olduklarıdır22.
Örneğin Hacı Bektaş’ın Sünni (Ortodoks) İslam anlayışına mensup bulunduğu iddiasını savunan araştırmacıların eserlerindeki tarihsel perspektif ve metodoloji zaaflarını iki temel noktada toplayabiliriz:
1) Bu zaafların en başında, Türk din ve tasavvuf tarihi için “olmazsa olmaz” bir nitelik taşıyan “sosyal tarih perspektifi”nden yoksulluk gelir. Bu araştırmalar, inceledikleri tarikatları, sufileri veya dini-sosyal, dini-tasavvufi hareketleri, onları yaratan toplumsal yapıdan, bu yapının sosyal karakteristiklerinden, sürdüğü hayat tarzından, bu yapıya hakim, siyasi, sosyo-ekonomik, kültürel ve ideolojik motivasyonlardan soyutlanmış bir platformda ele alırlar.
Bu bakış açısı: Türkmen topluluklarındaki heterodoks İslam olgusunu kabul etmeyerek, bu toplulukların sosyo-ekonomik yapıları ve bu yapının inanç alanında doğal olarak ortaya koyduğu geleneksel, sözlü kültüre dayalı mitolojik nitelikli, İslam öncesi inaçlarla karışmış yüzeysel bir müslümanlık yorumunun doğurduğu senkretizmi kabullenmektedir. Bu nedenle, bu bakış açısı, Türklerin daha ilk dönemlerden itibaren sorumsuz bir şekilde en doğru şekliyle Sünni İslamı kabul etmiş hemojen bir toplum oldukları gibi tarihsel temelden yoksun bir varsayıma ulaşacaktır.
2) Sosyal tarih perspektifinin dışında düşünenler, ele aldıkları mutasavvufların, sufilerin veya şehlerin biyografilerini, tasavvufi kimlik ve sistemlerini, gerçek veya kendilerine atfedilen eserlerine dayanarak ortaya koymaya çalışmaktadırlar. Ayrıca burada; eserlerin yazıldığı sosyal ve kültürel ortam, onlardaki mistik düşüncelerin tarihsel ve çevresel arka pilanları, o zaman ve mekanda hakim olan tasavvufi akımların daha önceki kültürlerle ve birbirleriyle olan ilişkileri değerlendirilmemektedir.
Böyle bir yöntem sonucu araştırmacı örneğin “Makalat”ın Hacı Bektaş-i Veli’nin eseri olduğunu baştan kabul ederek onu anlamak için bu eserin yeterli olduğunu peşinen kabullenir. Ancak olması ve yapılması gereken şey; önce Hacı Bektaş’ın yaşadığı sosyal çevrenin, yani XIII. yüzyıl Anadolu’sunun sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik, dinsel durumu incelenmeli, buradaki dini-mezhebi-tasavvufi akımlar, bunların sosyal tabanları, bu tabanlar arasındaki farklılık, sosyal çalışmalar dikkate alınmalıdır. Bu çerçeve içinde konar-göçer Türkmen toplulukları, bu çevrenin sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik, dinsel, sosyo-psikolojik özellikleri dikkate alınmalıdır. Kültür ve inanç yapısının elemanları analiz edilmeli bu elemanların kökenlerine inmeye çalışmalıdır23.
Anadolu topraklarında XII. yüzyıl başlarından itibaren yeni bir sentez halinde oluşmaya başlayan Anadolu kültürünün ana besleyici kaynakları esas itibariyle Orta Asya ve Orta-Doğu kökenlidir ve geniş çapta sufiliğin etkisini taşır. Bugün de Türkiye’de halk kültürü hala bu etkiyi hemen hemen bütün alanlarda kuvvetli bir biçimde yansıtır; bunun en reddedilmez delili, halen halk müslümanlığının evliya kültür merkezli oluşudur. Bu kültürün gereği gibi tanınması bu bakımdan Selçuklu dönemi din ve tasavvuf tarihinin bütün boyutlarıyla iyi bilinmesine ve tanınmasına sıkı sıkıya bağlıdır. Buna ilaveten, Osmanlı dönemi din ve tasavvuf tarihinin de aynı şekilde bu dönem sufilik tarihine bağlı olduğunu unutmamak gerekir.
Sonuç olarak tarihçi, önce meseleyi tesbit etmeli, yapay, ideolojik, inanç savunmasına veya reddine dönük tezler yaratmamalı, meseleyi tesbit ettikten sonra, o meseleye tarafsız, objektif ve çok yönlü bakabilmelidir. Eserini de bu kriterleri esas alarak oluşturmalıdır. Meseleleri, kaynakları ve belgeleri sorgulamalı, o dönemin düşünce ve diğer yapılarını hesaba katarak düşünmeli, sistematik bir kurgu içinde belgelere başvurarak ve edinliği sonuçları bilimsel metodolojiyi kullanarak değerlendirmelidir.
NOTLAR:
1 İ.Z. Eyüboğlu, Bütün Yönleriyle Bektaşilik (Alevilik), İst.1980
2 Faik Bulut, Ali’siz Alevilik. Ank.1997
3 Cemşid Bender. Kürt Uygarlığında Alevilik, İst. 1991; E.Xemgin, Aleviliğin Kökenindeki Mazda İnancı ve Zerdüşt Öğertisi, İst.1995
4 Yukarıda zikrettiğimiz bu sınıflama Ahmet Yaşar Ocak’a ait olup meselenin bu aşamasında bu sınıflamaya biz de iştirak ediyoruz (A.Y.Ocak, Alevi ve Bektaşi inançlarının İslam Öncesi Temelleri, İletişim Yay. İst.2000, s.15)
5 M. Eröz, Türkiye’de Alevilik Bektaşilik, İst. 1977
6 İ. Kafesoğlu, Eski Türk Dini, Ank. 1980.
7 Ocak, Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri. İletişim Yay. İst. 2000, s.16
8 Ocak, “Alevilik, Bektaşilik Gerçeği..........”s.117.
9 A.Y.Ocak, “Milletlerarası Ahmet-i Yesevi ve Yunus Emre Sempozyumları Münasebetiyle
Türkiye’de Kültür Tarihi Araştırmaları Hakkında Düşünceler”. Türkiye Günlüğü, s.16. Güz. 1991, s.144
10 Şeyh Bedreddin konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. A.Y.Ocak. Osmanlı Toplumunda
Zındıklar ve Mülhidler, İst. 1988, s.158 vd. ; R.Wemer, “Haresie Klassenkampf und religiöse Toleranz im einer İslamischchristilichen Kontakzione Bedreddin und Börktüce
Mustafa”, Zeitschrift für Geschichtwisenschaft, C.XII, Berlin 1964. Nedim Filipoviç, Prine
Musa: Şeyh Bedreddin. Sarajevo 1971; F.Babinger, “Schejch Bedreddin der Sohn des Richters von Simav”, In der İslam, C.XI. 1921. s.51 vd; Yağmur Say,“Bedreddiniler-Börklüceliler-Torlakar”, A.Ü. Edebiyat Fakültesi Dergisi, C.I, s.11, Esk.2000, s.295-320
11 Ocak, Alevilik, Bektaşilik Gerçeği .............” s.117 ; Ocak, “alevilik ve Bektaşilik
Hakkındaki Son Yayınlar
12 Alevilik Hz.Ali, 12 İmam, Ehl-i Beyt ve Müslümanlık temeline oturtmak isteyen bilimsellikten uzak görüşün düşünceleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Basında Alevilik,
Ünlü bilim adamlarının Alevilik Üzerine Görüş ve Düşünceleri. Kitap: 1-5, Ayyıldız Yayınları, Ank.1990.
13 İbn Fadlan, İbn Fadlan Seyahatnamesi Tercümesi, Haz: Ramazan Şeşen, İst. 1975, s. 31
14 Kadın Erkek ortak ayinler yapılması, kadın erkek ilişkileri, sosyal yaşamında kadının yeri
vb. konularda daha detaylı bilgi için Bkz. İbn Fadlan. A.G.F. muhtelif sayfalar.
15 Ocak, “Alevilik, Bektaşilik Gerçeği..........”s.118.
16 Ocak, “Alevilik, Bektaşilik Gerçeği..........”s.118.
17 Ocak, “Alevilik, Bektaşilik Gerçeği..........”s.118.
18 Ocak, “Alevilik, Bektaşilik Gerçeği..........”s.118, 119.
19 Ocak, “Alevilik, Bektaşilik Gerçeği...........”s.118, 119.
20 A.Y.Ocak, “Bir Eleştirite Cevap yanıt Türkiye’de Din ve Tasavvuf Tarihi Araştırmalarının
Bazı Zaaflarına Dair”, Türkiye Günlüğü. s.37. Kasım-Aralık 1995, s. 6
21 Ocak, “Bir Eleştiriye Cevap.......”. s. 7.
22 Ocak, “Bir Eleştiriye Cevap.......”. s. 7.
23 Bu tarz, araştırmalarda izlenmesi gereken yöntem ve Hacı Bektaş konusunda bkz.
A.Y.Ocak, “Anadolu Heteredoks Türk Sufliliğinin Temel Taşı: Hacı Bektaş-ı Veli el-
Horasani (?-1271)”, Yunus Emre, Nasreddin Hoca ve Hacı Bektaş-ı Veli Düşüncesinde
Hoşgörü, Bilimsel ve Kültürel Araştırmalar Vakfı, Ank. 1995 s.185-201”.