Alevilik | Bektaşilik | Ehl-i Beyt | Kerbela | 12 Imamlar
Forum
=> Daha kayıt olmadın mı?Forum - Baba Mansur Ocağinin Tarihi
Burdasın: Forum => Alevi Dedeleri - Pirleri - Ocaklar => Baba Mansur Ocağinin Tarihi |
|
Dost (şimdiye kadar 24 posta) |
BABA MANSUR OCAĞININ TARİHİ Anadoluda Baba Mansur Ocağı denilen bir Ocak vardır. Bu ocağın kökeni Hz. Muhammede dayanır. Aslen Kureyş kabilesine dahildir. (Bu kabilenin, Anadolu Aleviliğinde önemli bir yere sahip olan Kureyş ocağı ile yakın bir ilgisi bulunmamaktadır) Aslında Alevi Ocaklarının pek çoğu, Anadolu'ya Horasan'dan geldiklerini söyler ve kabul ederler. Abbasiler döneminde, Arap / İslam coğrafyasında Abbasiler'in Ehli Beyt düşmanlığını içeren katı zulmü süre gelmiştir. Harun Reşit ile yönetimin başında olan Bermekoğlu Caferin arası açılmış, bütün Bermekiler kılıçtan geçirilmiştir. Bu arada İmam Musa-i Kâzım'ı kendisine rakip olarak gören Harun Reşit, kendisini zehirleterek şehit etmiştir. Halbuki 751 Yılında Horasanlı Eba Müslüm, Emevi Devletini yıkıp yerine bir devlet kurmak istediğinde ilk önce akla Hz. Muhammedin Ehl-i Beytinin soyundan den gelmekte olan 6. İmam Cafer Sadıka (İmam Cafer Sadık : İslam içtihadını içeren ve kaynağını ilahi telkin Kuran- ı Kerimden alan İslamın el kitabı, Buyruk isimli eseri kaleme alan zattır) müracaat eder. İmam Cafer Sadık, şöyle cevap verdi. Büyük Dedem Hz. Muhammed ahir zaman peygamberiydi. Cenabı Allah, ümmetine öncü olarak kendisine Kuran-ı Kerimi gönderdi. Ümmetinin içinden bir kısım insanlar buna rağmen kendisine her türlü cefayı çektirdiler. Kendisinden sonra Halife olarak dedem Hz. Aliyi tayin etmesine rağmen, bu insanlar ilahi emri dinlemediler. Daha sonra Dedem İmam Ali halife oldu. Ancak buna rağmen itaat etmeyenler oldu. Çok kan döküldü. Dedem İmam Ali şehit edildi. Dedem İmam Hasan yerine geldiğinde gene aynı dava devam etti. Onu da Süfyanoğulları zehirleyerek şehit ettiler. Zamanın bir kısım müşrikleri bu sefer de Dedem İmam Hüseyine, kendilerini Emevi zulmünden kurtarmaları için defalarca müracaat ettiler. Dedem Şah Hüseyini Kerbelada susuz şehit ettiler. Dedem İmam Zeynel Abidin, çıplak develere bindirilerek susuz çöllerde aile efradımız ile birlikte çok cefalara maruz bırakıldı. Dedem İmam Muhammed Bakır gene aynı şekilde zehirlettirilerek şehit edildi. İslam dinini ve Kuranı koruyan Aba- i Ceddimize karşi zulüm ve katliamları reva gördüler. Bütün bunların nedeni dünya malına ve onun saltanatına karşı sonsuz ihtiras ve hırsları sebep oldu. Bedelini tüm insanlık alemi ve İslam dünyası ödedi ve bu acı halen devam ediyor. Bu vesile ile ben bir İmam olarak daha fazla acı çekilmesini ve bedel ödenmesini reva görmüyorum. Dünya işlerini inanç işinden ayırmak lazım gelir. Ben ve aile efradım kendimize hakka ikrar ve hizmet yolunu tercih ettik. Siz başka uygun bir insanı bu işe halife olarak tayin ediniz. Görüldüğü gibi İmam Cafer Sadık, kendisine sunulan Halifelik makamını nazik bir dille red etmiş ve kaynak olarak Kuran-ı Kerimi esas alarak kendisini din hizmetine adayan büyük bir İmam ve ulemadır. İmam Hanefi, İmam Şafii, İmam Hambeli ve İmam Maliki dahil olmak üzere zamanın ünlü alim ve din ulemaları, İmam Cafer Sadıka gönülden bağlı olan onun talebeleridirler. Bu konuda ismi yukarıda zikr edilen ulemalar, İmam Cafer Sadıka ve İslam dinine karşı yanlışlıklar yapmaya zorlanmalarına rağmen buna uymadıkları için bu uğurda Abbasi halifeleri tarafından işkence ile katledilmişlerdir. 90 yıllık Emevi hükümranlığı etki coğrafyasını sınırlarını Mezopotamya, Orta Asya, Kafkasya içleri, Orta Anadolu, Tüm kuzey ve Orta Afrika ve Asyanın kısmi güneybatı sahillerine kadar genişletmiş. İşgal edilen her yer İslam adı altında yerle bir edilmiş, işgal edilen kentler talan edilmiş, direnenler kılıçtan geçirilmiş, teslim olanlar, kadınlar ve çocuklar yerinden yurdundan edilerek köle olarak başka diyarlarda satılmışlardır. İşgal edilen yörelere, tarihin belki de hiç bir döneminde görülmeyen zulümler yaşattırılmıştır. Bu dönemde yapılanlar sadece Ehl-i Beyt taraftarlarına ve işgal edilen bölgelere yapılmakla sınırlı kalmamış, İslam dininin içeriğine de kuvvetli saldırılar yapılmıştır. Örneğin Haccac- ı Zalim ve Kutaybe bin Müslimin yaptığı zulümler çok değişik kaynaklarda yayınlanmakta, Haccac-ı Zalimin kendi kuvvet ve kudretini ispatlamak için Mekke ve Kabe-i Beytullahı dahi yakıp yıkarak ve yerle bir etmekten dahi çekinmediğini ibretle sergilemektedirler. Emevi hükümranlığı işgal ettiği yerlere işte bu yöntemlerle söz konusu İslamiyeti götürdüğünü iddia etmektedir. Ve doğal olarak işgal edilen coğrafyalarda insanlar korku belası ile İslamı kabul ettiğini söylemek durumunda kalmışlardır. İşin gerçek yanı ise şöyledir. Emevilerin işgal ettiği yerlerde korku belası ile müslümanlığı kabul edenlerle Ehli Beyt taraftarları arasında bir kader birliği ortaya çıkmıştır. Her iki kesim de zulme uğrayan taraflar olarak Emevi iktidarından huzursuz olmuş ve bu iktidarın zulmü altında inim inim inlemişlerdir. 750 Yılında İran / Horosan Türklerinden Emevilerin Horasan Valisi Eba Müslüm (Eba Müslim) adında bir genç etrafında toplanan insanlar isyan ederek baş kaldırdılar ve Emevi Devleti ile savaşarak onları bertaraf ettiler ve böylelikle Emevi devleti yıkılmış oldu. Eba Müslümün gönlünde Halifeliğe Ehli Beyt soyundan gelen birini getirmek yatıyordu. Bu vesile ile Ehli Beyt soyundan gelen ve günün İmamı olan İmam Cafer Sadıka müracaat etti. Ondan gerekçeleri yukarıda sıralanmış olan Hayır cevabını alınca diğer Ehl-i Beyt soyundan gelenler de Madem İmam Cafer kabul etmiyor, biz de kabul edemeyiz cevabını verdiler. Bu durumda Ehli Beyt soyundan bir halife bulmak umudu kalmamıştı. Ancak Eba Müslüm yine de bu emanetin Ehli Beyt taraftarlarına ait olduğunu düşünüyordu. Ehli Beyt soyundan kimse bu göreve talip olmayınca Eba Müslüm, Hz. Muhammedin Hz. Abbas adlı amcasının soyundan gelen Ebu-l Abbas halife olarak tayin edildi. (Abbasi Devleti Miladi 751 - 125 Ebu-l Abbas halife olduktan kısa bir süre sonra, Ehli Beyt taraftarlarının gelip bu emaneti kendilerinden geri alacağı ehvamına (kuşkusuna) kapıldı. Bu vesile ile 22 Ocak 766 tarihinde İmam Cafer-i Sadık, Abbasi Halifesi Ebu-l Abbasın emri ile Mansur- u Devaneği tarafından zehirletilerek 67 / 69 yaşında şehid edildi. (Kabri Medine Baki mezarlığındadır). Ehli Beyt taraftarları, Emeviler döneminde de sürekli baskıya maruz kaldıklarından, amca çocukları / torunları olan Abbâsîler döneminde rahatlayacaklarını umuyorlardı. Ancak kendilerinden başka Ehli Beyt ailesinin olmadığını iddia eden Abbâsîler, hilafetin meşrû varislerinin kendileri olduklarını ileri sürerek yönetimi tamamen tekellerine almış ve Ehli Beyt soyundan olan amca çocuklarını, dışlayarak onların hilafet makamında hak iddia ettiklerini ileri sürmüşlerdir. Emevîler döneminde baskıya maruz Ehli Beyt soyu, bu sefer de amca çocukları / torunları tarafından çeşitli yollarla zulme tabii tutulmuşlardır. 7. İmam Musa-i Kâzım'ın 1 Eylül 799 tarihinde, Bağdatda, Abbasi Halifesi Harun el Reşit tarafından "Sindi b. Şahik" hapishanesinde zehirlettirilerek şehit edilmesinden sonra paniğe kapılan çocukları Arabistan'a giderken, iki oğlundan İmam Ali Rıza, Horasan'a, İbrahim El Mucap da Nişabur'a gitmiştir. İmam Musai Kazım'ın çok sayıda evlatları olmuştur. Türkler arasına gidip yerleşen İmam Ali Rıza ile İbrahim El Mucap, bulundukları yerlerde Türklerle evlenmişler fakat, baba tarafından Hz. Ali'ye ulaştıklarını ve neseplerini unutmamışlardır. Ancak, Seyyidlerin çoğalmaları sonucu, bugünkü Ocaklar oluşmuştur. Hacı Bektaş Veli Velayetnamesi'nde de, Hacı Bektaş Veli'nin 11. kuşaktan İmam Musa-i Kâzım'ın diğer oğlu İbrahim El Mucap'a dayandığı bildirilmektedir. 5. İmam Muhammed Bakır, daha önce Emevi Halifesi Hişam'ın kardeşi oğlu İbrahim bin Velid bin Abdulmelik'in tarafından 28 Mart 733 tarihinde, 57 yaşında iken zehirletilerek şehit edildi. Künyesi Ebu Caferdir. En yaygın lakabı Bakidir. (189) İmam Mumammed Bakır evlatları da, diğer Ehl-i Beyt mensupları gibi, İmam Musa-i Kazımın 799 tarihinde, Abbasiler tarafından şehit edilmeleri sonucu diğer akrabaları gibi, her biri bir tarafa dağıldı. Ancak İmamet görevlerini sürdüren bir kol sürekli Mezopotamya / Medine ekseninde kaldılar ve bunlar başka bölgelere göç etmeyerek imamet görevlerini sürdürdüler. Bu yüzden de İmam Musa-i Kazımın zehirlettirilerek şehit edilmesinden sonra da, diğer imamlar bu alanda görevlerini devam ettirmişlerdir. 5. İmam Muhammed Bakırın 6 erkek, 3 Kız olmak üzere toplam 9 çocuğu olmuştur. Çocuklarının isimleri şöyledir. 1 - İmam Cafer Sadık ( 6. İmam), 2 - Abdullah, 3 - Ebu-l Kasım, 4 - Muhammed, 5 - İbrahim, 6 - Abdullahi-l Esgar, 7 - Zeynep, 8 - Rukiye, 9 - Ümmü Gülsümdür. Bu evlatlardan bir kısmı Mekkeden Medineye, oradan da tarihi net olarak bilinmemekle beraber, 9. Yüzyılda Horasana göç ettiler. Seyyidler ve Türkmen / Oğuz Boyları, 12 Büyük kabile halinde Horasan'dan Anadolu'ya göç ettikten sonra, her biri ayrı ayrı oymakta, daha sonra nüfusun çoğalması sonucu, aynı boy içinde birer grup aileye pirlik ve dedelik yapmışlardır. Bu İslam inancı süreç içinde çeşitli değişim evreleri geçirmesine rağmen özünü koruyarak günümüze kadar süregelmiştir Seyyidler de tıpkı Bektaşilikte görüldüğü gibi, bir dergâhta hizmet edip, rüşdünü ispatlamak kaydı ile (Rüşdünü ispatlamak : Hizmetinin görülmesi, Bilgi ve görgüsünün artması ve tasavvufu özümsemesi) destur aldığı Piri / Mürşüdü tarafından icazet alarak Dergâhta Postnişin olan Pirler gibi, nüfuz ve kudretlerine göre merkezdeki en büyük ve etkin postnişe daima bağlı kalarak, halkı kurulan dergahlarda, inanç hizmetlerinin yanında, sosyal, toplumsal ve siyasal olarak etkilemiş ve yol göstermişlerdir. Günümüzde hala Doğu Anadolu'da "Dedelik ve Seyyidliklerini" sürdüren tarikat pirleri, Horasan'dan geldiklerini ve soy itibariyle genellikle Horasan'a gidip yerleşen İmam Musa-i Kazım'ın oğlu İmam Ali Rıza'ya dayandıklarını söylemektedirler. Ancak bu Ocaklardan köklü bir Ocak olan Seyyit Baba Mansur ocağından gelenler genellikle 5. İmam, Muhammet Bakırın soyundan geldiklerini vurgularlar. Seyitlik kuralları gereğince, kendilerine bağlı taliplerden kız alıp vermezler. Bireysel evlenmeler dışında, genellikle bir seyyit, başka bir seyyidin kızı ile evlenir. "Ocaklar, birbirlerinden kız alıp verirler. Soylarının müridlere karışmamasına özen gösterirler. Ocağa bağlı köyler, obalar vardır. Bu, bir ölçüde de sosyal bir dayanışma ve örgütlenme biçimidir. Anadolu'da Aleviler en yoğun baskı dönemlerinde bile seyyitlik işlevini sürdürmüş, Dinsel, sosyal, siyasal, toplumsal sorumluklarını başarı ile yerine getirmiş, toplumu bir arada tutmanın temel aracı olmuşlardır. Kimi ocakzade seyyitler de kendilerini, doğrudan 4. İmam, Zeynel Abidin'e bağlarlar. Celal Abbas veya Ali Abbas ocakları ise kendilerini, İmam Alinin evlatlarından, Annesi Hanefi adlı, Kerbela şehitlerinden Abbasın soyuna dayandırırlar. Seyyitler tüm örgütlenme ve icraat alanlarında birbirine bağlıdır. Bu örgütlenme biçimi, bir zincirin halkalarını andırır. Her seyyit ocağının görülebileceği başka bir ocak vardır. Böylece gerektiğinde seyyitler de toplumdan bir birey gibi dinsel törende bulunur, başka seyyitler önünde hesap verirler, yargılanırlar. Alevi inancındaki "El ele, el hakka" ilkesi, seyyitlik örgütünde kendisini gösterir. Seyyitler ayrıca diğer talipleri gibi Musahip tutar, kivre edinir ve görülürler. Taliplerine uyguladıkları tüm sorumluklara, başka bir seyyit aracılığı ile kendileri de uymak zorundadırlar. Seyyitlik onlara bu konuda bir ayrıcalık veya istisna tanımaz. Bütün Anadolu'da köylerin ve diğer yerleşim alanlarında seyyitlerin de birbirine bağlı olduğu bu örgütlenme biçimi ile Alevi toplumu her zaman birbirinden haberi olan, birbirini tanıyan bir toplum olarak yaşaya gelir. Bu nedenle uzak bölgelerdeki Aleviler de seyyitleri aracılığı ile birbirini bilip tanırlar. Kimi zaman seyyitler, taliplerine bildikleri ve tanıdıkları diğer alanlarda yaşamaya teşvik ederler. Talip hiç tanımadığı veya az bildiği bu yeni alanda Seyyidinden büyük desdek görür. Seyyit onu diğer Talip ve Seyyitlerle tanıştırarak, orada daha eski zamandan beri ikâmet etmekte olan seyyit ve taliplerin kendisine çok yönlü yardımcı olmalarının desdeği ile kısa zamanda oradaki halk ile kaynaşmasına yardımcı olur. Bazı kaynaklara göre, Baba Mansur, Anadoluya gelmeden önce İran / Horosanda, Türkmenistan Yesevi çevresinde iken Mansur Ata olarak adlandırılır. Ata, eski ve yeni Türk lehçelerinde baba anlamına gelir. Bu deyim Soy kavramını da içerir. Oğuzlar arasında geçen Korkut Ata, İrkıl Ata... gibi. Halk arasında saygınlığı olan, dahası kutsallık kazanmış halk bilgeleri, ozanlar, Şamanlık dönemindeki büyük Kamlar çoğunluk ata adıyla anılmışlardır. Bu saygı bu coğrafyada bir şehire (Alma Ata) isim verecek kadar güçlüdür. Türkler içerisinde tasavvuf akımının yayılmasıyla; bu tür nitelikte olan kişilere, şeyh ve dervişlere ata lakabıyla birlikte baba da denilmeye başlanmıştır. Asya da Şamanizmin yaygın olduğu döneminde ata adı, Anadolu coğrafyasına yerleşme ve İslamileşme döneminde baba adına dönüşmüştür. Kısaca, Anadolulaşma ve İslamileşme dönemi olan bu ikinci evrede baba, atanın yerini almış ve onun yerine kullanılmıştır. Yeseviliğin içerisinde yetişen ve Harzem - Türkistan bölgesinin önemli şeyhleri; Çoban Ata, Hakim Ata, Zengi Ata ve Mansur Atalardır ve tümüyle ata adıyla anılmışlardır Horasanda bir seyyit olan Mansur Ata, Anadoluda Baba Mansur adıyla bilinmekte ve anılmaktadır. Bu, çoğunluk eski Türk dinleri ve törelerinin bir kısmı ile benzerlikler gösteren Alevilik Bektaşilikte de kendisini ortaya koyar. Baba, genelleşerek ve atanın yerini alarak kullanılır. Bu deyim Anadoluda çoğu yerlerde halen seyyitler için baba veya aynı anlama gelen dede sıfatı için kullanılacaktır. Dede sözcüğü de aynı şekilde Orta Asya Türkleri arasında ulu, bilge, gün görmüş kişiler için de kullanılmakta ve mitoloji ile bütünleşerek günümüze kadar gelmektedir. Örneğin Dede(m) Korkut efsanelerinde / hikayelerinde anılan kişi bir bilge kişiyi yansıtmaktadır. Baba sözü, eski Mezopotamya topluluklarından / kavimlerinden olan Sümerlerde tapınak ve tanrıça adları arasında geçer. Sümerlerde baba, Lagaş adlı tanrıçadır. Görüldüğü kadarıyla baba adı tarihsel değişim sürecinde genellikle ulu kişileri, kavim önderlerini, bilge kişileri ifade eder olmuştur. Atanın babaya dönüşmesinde yine bir Asyatik toplum olan ve eski çağlardan beri Mezopotamya çevresinde ki toplumların üzerinde kültürel etkinliğinin izleri görülen Sümerlerin etkisi de düşünülmelidir. Baba Mansur, Yesevi tarikatından ve Yesevi dervişleri arasındandır. Dervişler içerisinde en önemlilerden biridir. Ahmed Yesevinin Horasan tasavvuf okulunda yetişmiştir. Ahmed Yesevinin ilk halifelerindendir. Reşahât Tercümeside ölüm tarihi 1197 - 98 (Hicri 594) olarak verilir. Ahmed Yesevinin mürşidi ve öğretmeni olan Arslan Babanın oğlu olduğunu iddia eden kaynaklar da vardır. Bu kaynaklara göre Mansur Ata / Baba Mansurun babası Yesi kentinin ünlülerindendir. Kaynaklarda tarikat kurucusu olarak gösterilir. Bir tasavvuf okulu önderidir. Birçok dervişin mürşididir. Ahmed Yesevi de Arslan Babanın okulunda / tarikatında yetişmiş ve onun önemli bir müridi olmuştur. Arslan Babaca eğitilmiş, yol bilgisi edinmiş ve sonraki olgunluğuna ulaşmıştır. Ahmed Yeseviye Baba Mansurun babası Arslan Baba nasip vermiştir. Ahmed Yesevi menkıbesinde Alevi niteliği açık olan öğretmeni, mürşidi Arslan Babaya büyük yer ayrılmış ve bağlılığı bildirilmiştir. Onu küçüklüğünden beri mürşid edindiğini Divan-ı Hikmetinde de dile getirir. Yedi yaşta Arslan Babaya verdim selam Hak Mustafa emanetini eyleyin armağan İşte bu vakde dek binbir zikrini eyledim tamam Nefsim ölüp la mekana aştım ben işte Uzun bir ömür süren Arslan Baba, Ahmed Yeseviyi, Ahmed Yesevi de mürşidinin oğlu Mansur Atayı ve diğerlerini yetiştirir. Baba Mansur, Ahmed Yesevinin ilk ve önemli bir halifesi olur. İlişkilere ve yaşadıkları tarihlere bakılırsa bu ilişki ve el vermenin, yani halifesi olarak atamasının tarihe uyduğu ortadadır. Çünkü Ahmed Yesevi 1166, öğrencisi ve halifesi Baba Mansur ise 1198de ölmüşlerdir. Bu tür bir ilişki tarihsel olarak olasıdır. Arslan Baba ve Baba Mansurun soylarından gelen Seyyid Hasan Hoca Nakibül- Eşraf-ı Buhari Müzekkir-i Ahbâb adlı tezkiresi, Hazini ise Cevahirül- ebrâr min Emvâcil- Bihar adlı kitabıyla Arslan Babadan itibaren bu soydan gelen kişilerin adlarını şöyle belirtirler. Bu veri ailenin hem yol, hem de soy kütüğüdür: Arslan Baba → Baba Mansur → Abdülmelik Hoca → Tac Hoca → Zengi Ata → Sadr Hoca → Yahya Hoca → Süleymen Hoca → Abdül- Vahap Hoca. Kaynaklara bakılırsa gerek Arslan Baba, gerekse oğlu Baba Mansur ve bu soydan gelen bazı kişiler Türk bir çevrede ve Türklerin kurumlaştırdığı Ahmed Yesevi-Horasan tasavvuf okulunda yetişmiş; bu anlayışla kültürü, düşüncesi, inancı ve bilinci biçimlenmiştir. Buradan edindiği bilinçle Horasan erenleri arasına katılmış ve Türklüğün yeni oluşum merkezi olan Anadolunun yeniden yapılanmasında görev almıştır Kaynak verileri gösteriyor ki Aleviliğin Türkçe diline bürünmesinin veya Türkçe telaffuz edilmesinin ilk adresi Orta Asyadır. Alevi sözcüğünün bugünkü anlamda ilk kez Türkler tarafından kullanıldığını 941 - 942 yıllarında bölgeyi gezen gezgin Abu Dulaf nakletmektedir. Sema, Gülbenk, Pir, Hakk veya Pir rızası Hü hü, Miraç, Kul gibi terimler Anadolu Aleviliğine, Orta Asyada yeni bir telaffuz biçimine dönüşerek geldi. Bütün söylenceler ve özellikle Hacı Bektaş Vilayetnamesi Yesevi tasavvuf okulunda yetişen binlerce dervişin bu okul, diğer bir deyişle dergâh tarafından Ortadoğunun çeşitli bölgelerine, özellikle Türk / Türkmen göçleriyle birlikte Anadoluya gönderilmişlerdir. Yine Anadoluda bu boyların yerleşmeleri, üretime geçmeleri, çevreleriyle toplumsal ilişki yürütmelerinde onlara önderlik etmişlerdir. Türk toplumunun Anadoluyu, giderek Balkanları yurt edinmelelerinde Horasan erenleri olan bu babalar (yani dedeler) aktif rol oynamışlardır. Baba Mansurun Anadoluya gelişi konusunda belirsizlikler vardır. Elde hiçbir belge ve kaynağın olmayışı, bizim bu konuda kesin konuşmamızı önlüyor. Durum karşısında akıl yürütmeden öte başka bir şey yapılamıyor. Bu durum karşısında akla çeşitli sorular gelebiliyor doğallıkla. Biz bu yaklaşımları irdeleyerek değerlendireceğiz. Akla ve tarihe uygun düşeni belirleyeceğiz: Baba Mansur, Hacı Bektaşdan önce Anadoluya gelmiştir. Doğu Anadoluda kalmıştır. Ocağının Hacı Bektaş Dergâhından bağımsız kalmasının, ayrı bir mürşitlik kurumu olmasının nedeni budur. Bu görüş akılcı görünmektedir. Çünkü Baba Mansur 1197-98de ölmüştür. Hacı Bektaş ise onun ölümünden 10 -11 yıl sonra, yani 1209larda doğmuştur. Bu durum karşısında Baba Mansurun Hacı Bektaşın Anadoluya gelişinden çok önceleri gelmesi gerekmektedir. Hacı Bektaşın yaklaşık 1230 1235 tarihleri arasında Anadoluya geldiği tahmin edilmektedir. Baba Mansur iseya şeyhi Ahmed Yesevinin sağlığında, ya da onun ölümünden sonra gelmiş olmalıdır. Ahmed Yesevinin ilk halifesi olan Baba Mansur eğer şeyhinin sağlığında gönderildi ise, Ahmed Yesevinin 1166 yılında öldüğüne göre, Baba Mansur da bu tarihten önce Anadoluya gönderilmiş olmalıdır. Yok eğer şeyhinin ölümünden sonra geldi ise, 1166 ile kendi ölümü olan 1198 yılları arasında gelmiş olmalıdır. Eğer Baba Mansurun Anadoluya geldiği doğru ise, bu geliş, 12. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşmiş olmalıdır. Durum ne olursa olsun Baba Mansur aşiretlerin ve ocakların varlığını kabul eden ve onlara şecere düzenleyen 1. Alaeddin Keykubat (1219-1237) dönemine yetişmemiştir. Çünkü 1. Alaeddin Keykubat 1232 (H. 62 yılında oniki Türk / Türkmen aşiret ve ocağıyla (Şecerede bu oniki boyun Türk olduğu belirtiliyor) sözleşmesini yapıp, kendine bağlamış ve onlara soykütüğü (şecere) düzenlemiştir. Baba Mansur ise bu tarihten 34 yıl önce ölmüştür. 1. Alaeddin Keykubatın diğer aşiret ve ocaklarla birlikte Baba Mansur Ocağına da soykütüğü (şecere) düzenlediği doğrudur. Bu soykütüğü, bugün Tuncelinin Mazgirt / Şöbek Köyünde Caferoğulları (veya Cevahir) ailesinin elindedir. Keykubatla birlikte daha sonraki yıllara ait Osmanlı padişahlarının da onayını taşır. O zaman, 1. Aleaddin Keykubat bu soykütüğünü verdiği dönem ocağın başında Bizzat Baba Mansur değil, onun evlatlarından bir başkası olmalıdır. Çünkü soykütüğü kişiye değil, ocak ailesine, yani soya verilmiştir. |
Bütün konular: 22
Bütün postalar: 25
Bütün kullanıcılar: 41
Şu anda Online olan (kayıtlı) kullanıcılar: Hiçkimse