Alevilik | Bektaşilik | Ehl-i Beyt | Kerbela | 12 Imamlar
Dr Ismail 5
ASGHAR ALİ ENGİNEER’E GÖRE ÇAĞDAŞ DÜNYADA İSLAM VE LAİKLİK
Dr. İsmail Kaygusuz
2000 yılı içerisinde Hollanda’nın Leiden kentinde Modern Dünyada İslam Araştırmaları Enstitüsü’nün (ISIM) düzenlediği üç günlük İslam aydınları ve İslam dünyasının değişen yüzü teması çerçevesinde bir dizi seminere dünyanın çeşitli ülkelerinden tanınmış İslam bilginleri katılmıştır. Malezyalı siyasal bilimci ve insan hakları eylemcisi yazar Dr. Farish A Noor, seminer katılımcılarından Asghar Ali Engineer ile bir söyleşi yapmıştır. Aşağıda Türkçeye çevirdiğimiz Asghar Ali Engineer’in “Islam and Secularism” (İslam ve Laiklik) yazısına katkısı olması ve bir giriş ya da bir çeşit tanıtma görevi yapması bakımından, “The compatibility of Islam, Secularism and Modernity”(İslamın Laiklik ve Çağdaşlıkla Uyumu) başlığını taşıyan aynı sitedeki söyleşiyi de –son birkaç paragrafı dışında- türkçeleştirip başa aldık. İsmaililerin Mustali koluna(Bohra)bağlı ve aynı zamanda “İlerici Bohralar” hareketinin kurucusu olan A. Ali Engineer, bu makalesinde tamamıyla yansız, yani İsmaili Alevi söylemlerini kullanmadan ve Sünni inancıyla olan tarihsel çelişkileri tartışmasına girmeden İslam ve laiklik konusunu incelemiştir. İslam tarihini, dinsel felsefeleri iyi bilen ve Kuran’ın zahiri(exoteric) ve batıni(esoteric) yorumları üzerinde eğitim aldığı gibi geniş araştırmalar yapmış bir kişi olduğu halde, Kuran’dan verdiği Laikliği destekleyici, çağdaş demokrasiyle uyuşan ayet örneklemelerinde bir Ortodoks İslam bilgini gibi davranmıştır. Ayetler üzerinde tavil (batıni) değil, sözcükleri dışsal anlamıyla, açık (zahiri) yorumlar yapıp kuşkuya yer bırakmamış; siyasal İslamcıları ve İslami devlet yandaşlarını sarıldıkları kendi (Kuran) ipleriyle bağlamıştır. Engineer’in liberal demokrat duruşundan kaynaklanan fazla uzlaşmacı tutumunu dipnotlarda eleştiri konusu yapma ve karşı olduğumuz bazı noktaları da irdeleme gereği duymadan söyleşiyi ve makaleyi olabildiğince anlaşılır biçimde çevirmeye çalıştık. Umarız laiklik tartışmalarına katkısı olur.
Haziran 2003
I. Asghar Ali Engineer’le bir Söyleşi : İslamın Laiklik ve Çağdaşlıkla Uyumu
Dr. Farish A Noor
Noor: “İslam dünyasının birçok yerinde pek çok özelliğinizden ötürü tanınıyorsunuz; İslam’da kadınların hakları üzerinde çalışmalarınız, dinsel hoşgörüsüzlüğe ve mezhepçiliğe karşı mücadeleniz ve laiklik üzerinde araştırmalarınız var. İslam ve modern değerlerin uyumu üzerinde çok sık durdunuz. Bununla ne demek istediğinizi bize söyler misiniz?”
Engineer: “Demek istediğim, içinde yaşadığımız modern dünya ile, bir din ya da yaşam yolu olarak İslam arasında ciddi ve aşılmıyacak bir güçlük yoktur. Bugün, eğer çağdaş siyasal ideolojilere ve siyasal ahlak bilimine bakarsanız Kuran’da geçen, akılcılık, adalet, bilgelik, cömertlik gibi kavramların birçoğunu olduğu gibi bulacaksınız. Öyleyse neden bizim için, çağdaş siyasal ahlak ve kültür ile anlaşmada güçlük olsun? Müslümanların çağdaş siyasal kuruluşlar ve yapılanmalar içinde ve birlikte çalışmamaları veya çalışamamaları için bir neden yoktur. Bizim İslami değerler ve ilkeler olarak tanıdıklarımızın çoğu, zaten çevremizdeki çağdaş siyasal kültür içinde zaten varolduğunu bile insan söyleyebilir.”
Noor: “İslamın, çağdaşlığın ‘laik’ cephesini hoşgöremeyeceği ya da onunla uzlaşmayacağını tartışanlar hakkında ne düşünüyor sunuz? Bugün dünyada , Müslümanlar olarak ‘laiklik’ genel etiketi altında gelen değerlerin herhangi birini kabul etmememiz gerektiğini ve edemiyeceğimizi savunan birçok İslam düşünürleri bulunmaktadır.”
Engineer: “Bu kişilerin çoğu laikliğin ne anlama geldiğini anlamıyanlardır. Şimdi eğer laiklik kavramından siz, bir zevk düşkünlüğü, müsriflik ve kötü alışkanlıklar kültürü anlamı çıkarırsanız, o zaman onu kabu l etmezsiniz. Ancak onu böylesine basitleştirerek küçültemezsiniz, ayrıcabu türden çöküntüler laik olmayan çevrede bile varolabilir. Dünyanın diğer bölümlerinde laik gelişim süreci insanoğlunun dünya görüşünü de genişletmiş, korku ve önyargılarından halkı özgür kılmış ve çoğulcu ve daha açık toplumlar yaratmaya izin vermiştir. Şimdi, bütün bunların kötü ve zararlı ya da İslami olmadığını söyleyemeyiz, değil mi?”
“Benim için, laikliğin en çekici ve iyi tarafı, çoğulculuk ve herkese eşit haklar üzerine yaptığı vurgulamadır; bunlar kadın ve erkekler için eşit haklar, zengin ve fakir arasında, dinsel ve kültürel topluluklar arasında eşit hakların, eşitliğin uygulanmasıdır.”
“Öyleyse, bizim, dünyadaki pek çok toplulukların laik bir sistem içinde çalışmayı seçmiş olmalarını görmemiz ve anlamamız için hiç bir güçlük yoktur. Eğer, Hindistan’daki Hristiyan ve Müslümanlar gibi, bir dinsel ya da kültürel azınlık olarak yaşamak durumundaysanız, bu daha da çok önemlidir. Şimdi Hindistan’da Müslümanlar yüzde 12 civarında bir azınlık oluşturmakta. Fakat böyle bile olsa onlar, bazı bölgelerde toplanma eğiliminde oldukları için önemli bir azınlıktır ve bazı iş alanlarında bulunma durumundadırlar. Onlar tanıtlanabilir bir seçmen grubu olduklarından ötürü, bu onları politikacılar ve siyasal partiler için çok önemli yapmaktadır. Hindistan’daki politik partiler şimdi, Müslümanların, onların gereksinim duydukları kendi taraflarında birleşmiş bir seçmen grubu ve bir oy bloku sunduklarını anlamış durumdadırlar. Böylece daha ilerici ve gelişimci parti ve hareketlerin çoğu Müslüman oylarının peşinde koşmaya başladılar.”
Noor: “Ve Hindistan’daki Müslümanlar buna nasıl tepki gösteriyor? Böyle bir siyasal çevre içinde bir dinsel azınlık nasıl iş görür?”
Engineer: “Hintli Müslümanlar bir azınlık olarak, stratejik düşünmek ihtiyacında olduklarını anlamış oluyorlar. Açıkçası onlar, kendilerine karşı işleyen herhangibir dinsel hareket çeşidini ya da siyasal partiyi destekleyemezler. Böylece aşırı Hindu şövenistler tarafından temsil edilen tehdit karşısında, -Hristiyanlar gibi- Müslümanlar da şimdi çoğulculuk ve demokrasi ilkelerini savunma ve onaylama sözüveren laik siyasal partileri desteklemektedir. Bugüne kadar Nehru’nun bizim için çok popüler ve önemli olmasının nedeni buydu. Biliyorsunuz, Nehru, anayasal demokrasi değerlerinin ve laiklik ilkelerinin büyük bir savunucusuydu. O asla Hindistan’ın, sadece bir dinsel toplumun egemen olacak ve kendi dinsel ve kültürel egemenliğini diğerleri üzerinde hegemonya kurmaya muktedir bir din devleti olarak gelişmesini arzu etmedi. Hindistan’da birçok Müslümanlar ve diğer dinsel azınlıklara göre Nehru onların büyük savunucusuydu. Hindistan tarihinde o büyük yapan (şey), bize, bir yaşam felsefesi olarak laikliğin değeri ve önemini öğretmesidir. Bugün Hindli Mollalar ve Ulema bile, Müslümanlara, BJP benzeri egemen dinsel partilere karşı kendilerini savunmak amacıyla, diğer laik parti ve hareketlerle birlikte çalışmaları çağrısında bulunmaktadır. Müslümanların egemen olduğu ülkelerdeki İslamcılar bundan ders çıkarmak ihtiyacındadır ve onların, diğerlerinin (azınlık toplulukların) neler hissettiklerini anlamaları gerekir. Azınlıklar daima, kendilerini kabul eden ve içine çekebilen karma-birleşik hareketlerle çalışmayı ve onları desteklemeyi tercih ederler. İşte bunun için, sizin ülkenizde Malezya’da yaşayan Çinliler hükümetle çalışmayı seçtiler.”
“Malezya’daki İslamcılara gelince, onlar da, diğer azınlıkların hissettikleri bu şeyi anlamalıdır. Korkuları temelsiz bile olsa, onlar (azınlıkar) için korkmak ve endişeye düşmek doğaldır. Hindli bir Müslüman olarak ben kendimi, Hindu egemenliği için davet eden ya da ideoloji olarak Hindu şövenizmini ilerleten herhangi bir Hindistan partisine arkamı dönmüş, uzaklaşmış bulurum. Aynı çeşit özel-istisna dili konuşan Müslüman gruplarla karşı karşıya geldikleri ve durumu ters çevirdikleri zaman Müslüman olmayanların (ne) hissettiklerini nasıl düşünürsünüz? Onlar için doğal olan sadece korkuyla tepki vermektir. Öyleyse bizim hepimiz daha anlayışlı ve daha uyumlı-uzlaşmacı olmak ihtiyacındayız.”
Noor: “Doğrusu bunları sizden duymak bana biraz gülünç geliyor, zira bugün dünyada birçok İslami hareketler var ki, daha bir etkin, hatta Müslüman gündemini evrenselliğe itecek daha militan yaklaşıma çağırmaktadır.”
Engineer: “Küresel ölçüde, biz Müslümanların gerçekte azınlık olduğumuzu görebiliriz, görmemiz de gerkir. Dünyada en büyük din de değiliz; öyleyse niçin, pek çok Müslüman ülkelerdeki bu hareketlerin hepsi, bütün dünyanın İslama döneceği, Müslüman olacağına dair konuşurlar? Bu sadece İslam olmayanları İslamdan ve daha çok da Müslümanlardan korkutur. Bu çeşit konuşmalar, İslamın doğasına uygun değil, İslami değildir; haddini bilmezlik ve baştan yenilmektir……”
Noor: “Çalışmanızın diğer yüzü İslam dünyasında, kültürel olarak tasarlanmış yerleştirilmiş ve İslami olmadığını tartıştığınız gelenek ve görenekler üzerinde temellendirilmiş olan pek çok dinsel uygulamalara karşı eleştirilerinizi yansıtmakta-taşımakta. Bunun biraz daha açabilir misiniz?”
Engineer: “Şimdi anımsamalıyız ki, din zaten kültürel olarak düşünülüp tasarlanmış, yerleşmiş bir olgudur. Genelde dinin asıl bildirim ya da değerlerinin aksine biz, dinin uygulamalarına değer veriyor, önemsiyoruz. Dünyadaki diğer her din olduğu gibi bu İslamın da gerçeğidir. Bütün dinler bu uygulamalar içinde evrensel bir mesaj taşırlar; fakat İslamın evrensel mesajı, içinde yayıldığı nakil-taşıma tarzı (mode) sayesinde yüzyıllar boyunca koşullara göre yeni anlam ve içerikler kazandırılmış ve yeniden yorumlanmış. Bir çok hallerde İslamın kültürel tasarımı ya da yerleşimi, İslami bile olmayan uygulamalar, fikirler ve farklı yeni değerlere uzanmaya/geçmeye götürmüş….…”
“Bu çeşit zıtlıklar, İslamın böyle katı, şekilci bir din olduğu izlenimi yaratıyor; oysa, bizim bugün demokratik yönetim adını verdiğimiz değerler dizisi, İslamın anladığı ve onayladığı gerçekliktir. Sorun, Müslüman toplumlarının kültürünün hala, İslamın bu demokratik ruhunu yansıtamamış olmasındadır. Araplaşmış bir Şeriat ve İslam kültürünün yaratılmasına yönlendirilmiş İslamın kültürel yerleşimi-tasarımı (The cultural mediation of Islam), İslamın temelden demokratik ve eşitlikçi özelliğini kemirmiş ve biçimini bozup çirkinleştirmiştir……”
Noor: “Böyle bir devlete nasıl ulaşmış olabilirdik?”
Engineer: “Neden böyle bir soru? Ben sadece, ne yazık ki birçok insanların serbest olmak istemediğini söyleyebilirim. Halk –buna Müslüman halk da dahil- yönetilmek-yönlendirilmek istiyor, onlar bir çeşit zihinsel sığınağa sahip olmak istiyor. Bunun tehlikesi, her türlü baskıcı otoriter önderler için yol açılmasındadır; bu önderler insanlara mucize şifalar sunmaya ve dertleri için boş sözler etmeye gelen mollalar, politikacılar da olabilir. Sonunda kültürel uygulamaların kurbanları halkın kendisi oluyor. Bunlar, din ve kültürümüzün pek çoğu tecavüze uğradığı ve içinde yaşatmaya gereksinim duyduklarımız, kültürel olarak tasarlanmış talepler tarafından bozulduğundan dolayıdır. İslamın gerçek mesajını hızla yükselterek, mezhepçi amaçlar ya da kişisel çıkarlar için dinin sömürülmesi ve kötüye kullanılması döngüsünü kırmamıza izin verecek içten gelen bir reforma doğru çalışmaya gereksinim bulunmaktadır. Temel insan hakları ve yükümlülüklerini bize hatırlatan ve bireysel ve toplumsal olarak çıkarlarımızı koruyan çağdaş laik sosyal ve siyasal kültür içinde çalışarak bunu yapabiliriz; yollardan biri bu olabilir…..” (Mayıs 2000, www.davoodi-bohras.com)
(İngilizceden çeviren: İsmail Kaygusuz)
II. İSLAM VE LAİKLİK
Asghar Ali Enginee
Bir çok kimse İslamın laiklikle tamamıyla uyuşmadığına söyler. Hatta bazıları, bir insan Müslüman olduğu sürece laik olamıyacağını ileri sürerler. Ayrıca bu görüş, Saudi Arabistan gibi bazı Müslüman ülkeler tarafından, laikliğin haram olduğu ve bütün laik milletlerin İslam düşmanı oldukları propagandasıyla desteklenmektedir. İslami Cemaat’ın kurucu başkanı Mevlana Mavdudi de 1948 yılında Pakistan’ı terkederken, laikliğin haram olduğu ve Hindistan’daki laik politikalara ortak olan, katılan herkesin İslam dinine asi ve Peygamberin düşmanları olacağını söylemişti.
Acaba bu nereye kadar doğrudur? Gerçekten İslam ve laiklik birbiriyle uyuşmaz mı? Laikliğe karşı Saudi propagandasının haklılığı var mıdır? Mevlana Mavdudi haklı mıydı? Bunlar önemli sorulardır ve bizim bu sorulara yanıtlar araştırmamız gerekiyor. Bunu, her dinin içinde -hem tutucu hem özgürlükçü- farklı düşünsel eğilimlerin bulunduğunu aklımızda tutarak yapmalıyız. Her iki eğilim de karşılıklı olarak kendi görüşlerini destekleyici kutsal metin örnekleri aktarır. Mademki bu olay için, bir kutsal metin ya da bir dinsel geleneğin, toplumsal durumun karmaşıklığı ile ilişkilendirilmesi gerekiyorsa, kuşkusuz insan, farklı ya da zıt durumlara yanıt veren farklı ya da karşıt hükümler de bulur.
Kutsal metin yorumlarında (in scriptural hermeneutics), durumun toptan ele alınması ve gelişen durumla ilişki kuracak bazı anahtarlar geliştirilmesi zorunluğu vardır. Yorumcular çoğunlukla, durumla sanki durağanmış gibi bir ilgi kurarlar. Toplumsal durumlar asla durağan olamaz; sürekli olarak gelişir ve değişir. Metinsel hükümler yöntemi, yani kutsal metinlere göre hükümverme yolu, kendi sosyo-kültürel durumuna uydurmuş erken yorumcular (mütefessirler) tarafından kullanılırdı. Onların yorumları sonraki kuşakları bağlamamalı, çünkü değişmiş olan durumla uyum sağlamıyacaktır.
Her çağ için bazı anahtarlar vardır; onlar bizim kendi çağımızda da kutsal metinleri anlamamıza yardımcı olur. Aynı zamanda her yorumcunun bir toplumsal görüşü vardır ve bu görüş, kendi sosyal durumunu diğerinden ayırıp geliştirir. Tanrının yaratıcı gücü, herhangi bir yöntemle statik olarak muamele göremez. Kuran dahi şu hükmü ile, O’nun dinamizmine gönderme yapmaktadır:
“…O, her gün bir başka (harikulade) yöntem içinde kendisini açığavurur-açıklar; öyleyse size rızkınızı verenin gücünü yadsıyabilir misiniz?”(29, 55) 1
Burada, Allahın kendisini her gün yeni bir hal-durum (şayn) içinde açıkladığını anlıyoruz. “Yevm” sözcüğü “gün” demektir, ancak mecazi ya da simgesel olarak bütün bir tarihsel çağı, bir dönemi tanımlar. “Yevm” sözcüğü bu anlamda alınırsa, ayetin, Tanrının kendi yüceliğini çağdan çağa, dönemden döneme yeni usüller içinde gösterdiğini ifade ettiği anlaşılacaktır.
Tutucu Ulema (din bilginleri) görüşüne bağlı olan ilk Kuran yorumcuları, kendi sosyo-dinsel (socio-religious) ve sosyo-kültürel durumları içinde (yorumlarını) üretmekteydiler. İslamın ilk yıllarında, özellikle Peygamberi izleyen dört halifeler döneminde devlet, İslam diniyle eşit tutuldu. O dönemlerin Arabistan’ında, İslamın gelmesinden önce bir devlet de yoktu, sadece varolan durumla birleşmiş bazı yasalar-kurallar bulunuyordu. Ancak, İslam dini Arabistan halkını kabile bağlarının üstüne çıkarıp birlik oluşturduğu zaman bir devlet varoluştu.
Devlet, durumu hızla geliştirmeyi sağlayacak yasalara gereksinim duydu. Birincil olarak Kuran’ın ve sonra Peygamber’in sünnetinden yardım aldılar. Ancak sorunları çözemeyince, Peygamberin sahabilerinden bir meclis oluşturdular ve onlarla danışma içine girerek sorun çözmeye çalıştılar. Onların kollektif aklının sık sık büyük yardımı oldu. Fakat onların, içinde yaşadıkları toplumsal ortamda kendi deneyimlerini kullandıkları tam anlamıyla belirgindir. Bu sosyal ortam, kuşkusuz onların da Kuran ayetlerini anlama ve algılamalarında ağır bir biçimde etkili oldu. Bazı Kuran ayetleri tamamıyla, orada (sosyal ortamda) kazanılan duruma bağlı kılındı.
II. 1. İlk Yorumcular
Gerçekten, sonraki kuşaklar Muhammed’in sahabilerinin Kuran ayetlerini algılamalarını ya da bu sahabilerin ve onları izleyenlerin (tabi’in) bildirimlerinden ağırca etkilenen ilk yorumcuları konu etmeye, işlemeye başlayınca sorun yükseldi. Sahabilerin, yaşadıkları sırada vahyedilen Kuran için büyük otoriteler olduğu –ve gerçekten böyle- düşünüldü. Onların tanıklığında Kuran tebliğ edildiğine göre onu sahabilerden daha iyi kim anlayabilirdi? Sonraki yorumcuların çoğu sadece bu sahabilere gönderme yaptılar ve onları izleyenlerin (tabi’in) bildirimleri Kuran ayetlerini anlama ve algılamanın tek kaynağı oldu. Bugüne kadar Kuran yorumcuları kutsallaşmış-mübarek sayılmış şu veya bu fikirleri tekrarlayıp duruyorlar ve herhangibir çıkış, yani farklı düşünme ortodoks Kuran yorumcularının çoğu tarafından sapkınlık (heresy) olarak değerlendirildi.
Peygamberin ölümünden sonra oluşan İslami devlet, yukarıda belirtildiği gibi, İslam tarihinin erken döneminde bile zorlukla yürütüldüğü halde, bir sonraki kuşak için örnek oldu. Khilafat –e-rashidah (doğru olarak yönetilmiş halifelik dönemi) adıyla anılan devlet yönetiminin arkasından ortaya çıkan Emevi ve Abbasi İmparatorlukları bu dinsel modeli hiç izlemediler. Herikisi de kişisel ve mutlakıyetçi/baskıcı temel üzerine kurulmuş yönetimlerdi ve sadece adı İslamdı. Emevi ve Abbasi halifeleri, Kuran’ın buyrukları ya da Şeriatın kurallarından daha çok kendi kişisel tutkularını izlediler. Onların dine karşı bağlılık ve itaatları sadece görünüşte, yani simgeseldi ve kendi kişisel çıkarları içinde olanları uyguladılar. Bu bağlamda onların yönetimlerine biz “yarı-laik” (semi-secular)devletler diyebiliriz.
Abbasi devletinden sonra ortaya çıkan, aşağı-yukarı İsmaili teolojisi üzerinde temellendirilmiş Fatımi halifeliği dışındaki devletler bile daha fazla laikleşmişti. Hatta Fatımi İmamları da, kendi egemenlik alanlarında İsmaililer çok az ve geniş çoğunluğun Sünni inancına bağlı olmaları nedeniyle çok ciddi sorunlarla karşılaşmıştı. Bu yüzden onlar çoğu kez devlet işlerini İsmaili teolojik düşüncelerinden ayırdılar; ayrı bir İsmaili Teolojisi Departmanı (Fatımi Dava’sı) kurulması gereksinimi duyuldu.
Teorik olarak Halifelik modeli, İslam tarihinde hiçbirzaman yinelenmemesine rağmen, erken halifelik modeli üzerinde bir devlet kurmak bütün İslam teologlarının hedefi olarak kaldı. Ve o modeli izlememiş olan herhangibir devlet İslami olmamakla suçlanmaya gidildi ve hatta, eğer devlet laik olmaya eğilimliyse daha da ağır bir biçimde suçlandı. Mevlana Mavdudi, onun gözünde Pakistan devleti, dinsel inançları ne olursa olsun bütün vatandaşlara eşit haklar veren laiklik kavramı (concept) üzerinde kurulduğu için Cinnah’a şiddetle muhalif oldu. Mevlana Mavdudi, Cinnah ile bir İslami devlet kurma yönünde anlaşamadıği için, Pakistan hareketini desteklemeyi reddetti.
Şimdi sorular: Bir din olarak İslam laiklikle uyuşur mu uyuşmaz mı? İslami devlet kurmak hedef alınır mı? Devleti laik bir İslam ülkesi olabilir mi? (Can there be a Muslim country with a secular state?) Bunlar, bir insanın İslam ve laiklik konusuna değinmesi ya da bu alanda konuşması için yanıtlamak zorunda olduğu canalıcı sorulardan bazılarıdır. Kuşkusuz, itiraz edilmemiş-karşı çıkılmamış yanıtlar olmadığını anımsamamız gerekir. Bizimki özgür ve geniş kapsamlı bir yaklaşımdır ve yine kuşkusuz bu görüş noktasından yanıt verme girişiminde bulunacağız.
II. 2. Laik Siyaset Felsefesi
İslam ve laiklik sorununu irdelemeye geçmeden önce, laiklik ve din üzerinde kısa bir açıklık getirmek isteriz. Burada da görüşler farklıdır. Din ve laikliğin birbirine karşıt olduğunu düşünen akılcılar (rationalists) ve tanrıtanımazlar (atheists) vardır. Onlara göre ikisi birbiriyle uyuşmaz, tam karşıttır. Laiklik, dinkarşıtı felsefeyle birlikte değilse de, bir dinsizliktir. Laik siyaset felesfesinin herhangi dinsel inanç ve öğretilerle yapacak hiçbirşeyi olamaz. Öyleyse laik bir devlet, herhangi dinsel inanç ve uygulamaları, herhangi bir tartışma konusu üzerinde yasa yaparken gözönünde tutmayacak, dikkate almayacaktır. Bazı aşırı durumlarda bile yurttaşlar disel inanca sahibolmak, onu dile getirmek-ifade etmek ve açık olarak uygulamakta özgür bırakılmaz. Din, bir başka söylemle, böyle bir politik düzen içinde hemen hemen tabudur. Eski Sovyet ve Çin devletleri bu modele yaklaşmıştı.
Sonra batıya ait özgürlükçü laiklik modeli vardır. Bu modelde din tabu değildir, ama devlet işleriyle ilgili olarak,(devlet işleri bakımından) temel öge de değildir. Devlet işleri, herhangi bir dinsel düşünceden tamamıyla bağımsız yürütülür. Anglikan Hristiyanlığın, devletin ve Anglikan Kilisesini başı sayılan İngiltere kral ya da kraliçesininin resmi dini olmayı sürdüren İngiltere’de dahi dinin, devlet işlerinde-meselelerinde herhangi bir rol oynaması zordur. Devletin bütün yasaları Anglikan Kilisesi dinsel inancından tamamıyla bağımsızdır. Kilise Parlamentodan (House of Commons) geçmiş ve Lordlar Kamarası tarafından onaylanmış harhangi bir yasaya muhalefet edemez. Diğer batı ülkelerinde de durumlar aşağı yukarı aynıdır. Devlet kiliseden tamamıyla ayrılır ve bağımsızdır. Gerçekte kilise ve devlet tümüyle bağımsız olarak egemenliklerini sürdürür ve birbirlerinin dünyasına karışmazlar. Bu batılı model, laiklliğin siyaset felsefesine en yakın olandır.
İslam dünyasının kendi özellikleri ve benzersizliği vardır. İslam ve laiklik sorunuyla ilgilenirken bunu aklımızda tutmamız gerekir. Bununla birlikte, yine aklımızdan çıkarmamamız gereken bir şey de İslam dünyasının homojen bir dünya olmadığıdır. Hepsi İslam dinine bağlı oldukları halde,Cezayir’den Endonezya’ya İslam ülkelerinde temel farklılıklarla karşılaşırız. Din ortaklığı ya da dinsel birliktelik, toplumsal ve siyasal geleneklerin de mutlaka ortak olması anlamına gelmez. Bu gelenekler, kendi toplumları ve toplumsal gerçekleri gibi farklıdır.
Örneğin, Cezayir batılılaşmış modern bir devlettir ve burada vatandaşların bir bölümü, kendi görüşlerine uygun bir “İslami Devlet” istedikleri için büyük bir dinsel karışıklık yaşanmaktadır. Sonra Müslüman çoğunluklu da olsa karışık halkların yaşadığı Endonezya ve Malezya gibi ülkeler vardır ve onlar da laik devlete sahiptirler. Bu ülkelerde, İslamcı gruplar tarafından girişilen İslami devlet kurma hareketleri başarılı olamamıştır. Bu iki ülke, çoğulcu topluma daha uygun olan hükümet modelleri benimsedi. Malezya’da çoğunluğun Müslüman olmasına rağmen, devlet çoğulcu karakterdedir ve bu nedenle laik olmayı seçmiştir.
Türkiye ağırlıklı olarak etkili bir Müslüman ülkedir ve Kemal Paşa’nın 1924 devriminden itibaren laik bir ülke olmayı seçmiştı, o zamandan beri de laik olarak kaldı. Orada da yeniden dinsel canlanma girişimlerinde bulunulmasına rağmen fazla başarı kaydedilemedi. Türkiye İslami kişilik yasalarını kaldırılmasının kapsamını genişletti ve onun yerine İsviçre Medeni Kanununu aldı. Belki bunu yapan tek ülke Türkiye’dir.
II. 3. İslamın Özgürlükçü Karakteri
Arap ülkeleri arasında Cezayir, Tunus ve Fas (Morocco), teknik olarak laik devletler olmamalarına rağmen dikkate değer çağdaş reformlar geliştirdiler. Onların devlet dini İslam olmayı sürdürüyor. Ürdün ise, nüfusunun yüzde 10’u Hristiyan olan diğer bir ılımlı ülkedir. Diğer yandan Irak sosyalistik Baas Partisi tarafından yönetilmekte (artık değil, ABD’nin bir emekli generalının yönetimine girdi. İ.K.). 1990 yılındaki Körfez savaşına kadar Irak tam bir laik devlet idi. Ancak daha önceki sekiz yıl boyunca İranla yapılan savaş ve 1990 Körfez savaşının zorlamalarıyla devletin laik karakterine bazı değişimler getirildi; Saddam Hüseyin, yasallık kazanmak amacıyla (hangi yasallık? 20 yılı aşkın zamandır Irak’ın petrol zenginliğini halkının elinden alıp, saraylarına, yakınlarına ve kişisel korunmasına harcayan ve halkı açlık ve sefalet içinde yaşatan dictator Saddam, ABD müdahalesine üç hafta bile dayanamıyarak gizlendiği delikte yeni bir yasallık mı beklemektedir dersiniz? Saddam’ın elinden kurtulan mazlum müslüman Irak halkı şimdi de küreselleşmiş yöntemleriyle ABD emperyalizminin pençesinde sefaletini yaşamaya hazırlanıyor. İ.K.) İslamlaşma ölçülerini yumuşatmaya başlattı. Yemen ve Bahreyn gibi Körfez ülkelerinden bazıları da yönetim olarak İslami karakterdedir, ancak Kuveyt ve Saudi Arabistan’a benzemeyen özgürlükçü (liberal) bölüşümcü bir yönetim(!) Gerçekte çok hızlı çağdaşlaşma süreci Kuveyt ve Saudi Arabistan gibi koyu İslamcı ülkeleri de etkiliyor.
Nitekim görülecektir ki, bütün İslam ülkeleri siyasal olarak ve dinsel karakterli bile olsa aynı değildir. Aralarında birçok farklılıklar vardır. Katı İslami karakterli Saudiler’den, Türkiye gibi laik, (Körfez savaşı öncesi ) Irak gibi liberal İslami karakterli ülkelerin tümünde siyasal gölgeler ya da hayaletlerin sıralandığını görürüz. Kısacası homogenlik, yani birbiriyle aynı ve tam benzerlik yoktur ve olamaz. Ortoksluk, liberallık ya da laiklikle ilgili olsunlar çoğu, ülke özelinde yönetici sınıfların eğilimlerine bağlıdır. Bu eğilimleri yaratan da yöneten sınıfların çıkarları ve onların siyasal müttefikleridir, onlara bağlıdır.
Şimdi önemli soru, İslam ile laiklik birlikte gidebilir mi? Yukarıda zaten söylemiştik; din ve laiklik birlikte gidebilir, ayrıca bu hem laikliğin hem de dinin yorumlanmasına bağlı değildir. Eğer din, çok tutucu gelenekler korunarak yorumlanırsa; daha fazla özgürlükçü düzen talebeden ve yalnızca hoşgörürlük değil fakat aynı zaman çoğulculuğun artışını-yükselmesini de isteyen laiklikle yanyana gitmesi güç olabilir. Diğer taraftan, eğer laiklik ateizmle, yani birçok akılcıların yaptığı gibi tanrıtanımazcılıkla eşdeğer olarak çok katı biçimde yorumlanırsa, o zaman her ikisinin de (yani din ve laiklik) birlikte gitmesi zor olacaktır.
Daha önce işaret edildiği gibi, İslam dini de katı ya da serbest biçimlerde yorumlalanabilir. Eğer hem İslam hem de laiklik özgürce, açık ve serbest düşünceyle yorumlanırsa, laik bir düzende İslam ile herhangi bir sorun çıkmayacaktır. Gerçekten eğer insan Kuran’ı bütünsel olarak (holistically) tetkik ederse, orada “tanrıtanımazcı olmayan ya da özgürlükçü laiklik” için güçlü destek bulabilir. Zaten tanrıtanımazcı laikliğe dinsizlik destek verir. Eğer biz özgürlükçü laiklikten konuşuyorsak, bununla ne demek istiyoruz? Onu açık bir biçimde tanımlayalım. Liberal secularism, yani özgürlükçü laiklik, inanç üzerinde tanrıtanımazlık ısrarında bulunmaz. İkinci olarak çoğulculuğu geliştirir ve bütün inançlara saygılı olur ve üçüncüsü, bütün yurttaşlar için tam bir dinsel serbestlik güvencesi sağlar. Ayrıca laiklik, sınıf, din, ırk dil ya da inanç farkı gözetmeksizin tüm vatandaşlara eşit haklar sağlar.
İslam bu özgürlükçü laiklikle daha az bir olasılıkla tartışmaya girebilir. Çünkü Kuran doğrudan çoğulculuğu teşvik etmektedir. 5. surenin 48.ayeti açıkça belirtir ki, “her halkın kendi yasaları ve yolu vardır ve her millet kendi yönetiminde, kendi yaşam yolunda benzersiz ve tektir.” Yine bu ayet der ki, “eğer Allah dileseydi, bütün insanları bir tek halk olarak yaratabilirdi. Ama O, insanları denemek (yani onların farklı yasalarına ve yaşam biçimlerine rağmen bir uyum içinde yaşayıp yaşamadıklarını görmek) için öyle yapmadı.” Böylece çoğulculuğun açıkça onaylanmış olduğu görülüyor; bir kimse diğer kimsenin inancına saygı göstermeli ve onunla ahenk içinde yaşamalıdır.
II. 4. Adil Olanlar…
Yine Kuran, “her insanın kendine özgü Tanrıya tapınma yolu vardır, diyor; kimse bunun hakkında tartışmamalı, kavga etmemeli. Tartışma yerine, hayırlı işlerde-amellerde birbirinizle yarışmalısınız”(K. 2, 148). 60. Surenin 7-8.ayetlerinde ise, “Allah siz Müslümanlar ve sizi düşman gibi görenler arasında dostluk sağlayacaktır…Ve Allah, sizinle din için savaşmayan ve sizi evlerinizden-yurtlarınızdan çıkarmayanlara saygılı olmanızı ve adil davranmanızı yasaklamaz. Allah adaletli olanları sever”ifadelerini buluruz.
Yukarıdaki ilk ayet laikliğe ilişkin özellik için iyi bir örnektir. Eğer başkaları inancınız konusunda sizinle kavga etmez ve açıkça söylemenize, dinsel uygulamalarınıza ve inancınızın propagandasını yapmanıza karışmazsa, siz de onlara saygı göstermeli ve onlara karşı adil davranmalısınız. Bu hüküm, kesinlikle Hindistan’ın laik anayasasının söylediğiyle ayn şeydir ve dünya üzerindeki laik anayasalarda vurgulanan da budur.
Ayrıca Kuran (6, 108) Müslümanlara, başka inançlara mensup insanlara yahut onların Tanrılarına (putlarına) sövmeyi, onları incitmeyi, - çünkü onlar da dönüp Allaha sövecekleri için- yasaklamıştır. Bu ayet daha da çok anlamlı hükme varır: Allah, her halk için herşeyi, kendi yaptıkları işleri çekici kılmıştır. Bunun için her topluluk kendi inanç ve uygulamalarının iyi ve güzel olduğuna düşünür ve eğer insanlar, birbirlerinin inanç ve uygulamaları hakkında kavga çıkarmaktan çok bu durumu kabullenirsa, o zaman toplumsal uyum ve barış sağlanır.
Yine Kuran (22, 40) der ki, “…sinagog, kilise ya da manastır gibi bütün dinsel yerlerde Allahın adı anıldığı için hiçbir dinsel yer yıkılmamıştır. Bu yüzden bütün bu yerler korunmalıdır…” Bu da, Kuran tarafından onaylanan özgürlükçü laikliğin bir diğer ilkesidir.
Görülmektedir ki İslami ilkeler, karma ya da çoğulcu yaşam yolu-biçimini uygun görmezlik etmez- reddetmez. Misak-ı Medine adıyla anılan “Medine Sözleşmesi” bile açık bir biçimde çoğulcu düzenin onaylanmasıdır. Kabile önderlerinin ellerinde bulunan Mekke’deki koğuşturmalardan dolayı, Peygamber Mekke’den Medine’ye göçettiğinde çoğulcu, karma bir Medine toplumu bulmuştu. Kentte Yahudiler, Paganlar(putperestler) ve Müslümanlar vardı. Yahudiler ve paganlar, çeşitli kabilelere bölünmüş, her kabile kendine özgü gelenek ve göreneklere sahip bulunuyordu. Peygamber bu kabilelerle, inançlarına tam özgürlük ve hatta Medine kentinde, eğer dışarıdan saldırı olursa onu savunmak yükümlülüğü koşuluyla, (aralarında) bir ortak topluluk oluşturma güvencesi sağlayan bir yazılı sözleşme yaptı.
Bu bir bakıma, çağdaş laik düşüncenin bir habercisiydi; her yurttaş kendi öz inancı, kabilesel gelenekleri ve bireysel yasalarını izlemekte serbestti, fakat içinde barışı sürdürmek için, dışarıdan (gelecek saldırıya karşı) kenti savunma yükümlülüğü de taşıyacaktı. Peygamber açık bir biçimde, farklı inanç ve geleneklere sahip insanların, aralarında ortak bir bağ oluşturarak ve ülkeye/kente karşı ortak bir yükümlülüğe saygılı, barış ve uyum içinde yaşayabilmenin bir örneğini oluşturmuştu.
Burada belirtmek ilginç olur; Jam'at al-'Ulama-i-Hind (Hindistan Din Bilginler Topluluğu) mensupları Müslüman İlahiyatçılar, Hindistan’da bir karma-birleşik laik millet (a composite secular nation) yaratmak için Peygamber’in Medine Sözleşmesi’nden esinlendiler. Bu Ulema, iki millet teorisine karşıydı ve İslamın birleşik/karma laik milliyetçiliğe karşı olmadığını ileri sürdüler. Farklı dinsel topluluklar bir ülke içinde birlikte yaşayabilirler. Bunun için tek koşul, hepsinin serbestçe inancını açıklaması, uygulaması ve yaymasının güvenceye alınması gerekirliğidir. Hindistan anayasası buna izin vermesinden itibaren Ulema, Hindistan genelinde, özgürlükçü laik siyaset eğilimini mutlu bir biçimde benimsedi ve coğrafi bağımsızlılığı olan ayrı bir Müslüman devleti için herhangi bir haklılılık bulamadı.
II. 5. Kuran’da Devlet Kavramının Yokluğu
İslam çoğunluklu bir ülkedeki bütün yurttaşlara eşit haklar verilmesi hakkında yanıtlanması kalan bir diğer soru var henüz. Genellikle Müslümanların dinsel azınlıklara eşit haklarlarda anlaşmak için gönülsüz oldukları tartışılır. Kuşkusuz bu iddiada bazı doğrular varsa da, tümüyle doğru değildir. Müslüman çoğunluklu ülkelerin bazıları, İslam olmayanlara eşit haklar tanımamakta, ancak diğer birçoğunda bu yapılmaktadır. Zaten Malezya ve Endonezya gibi ülke örneklerini vermiştik. Her iki ülkede, Müslüman çoğunluğa sahip olunmasına rağmen, Müslüman olmayanlar dahil, tüm yurttaşlara eşit haklar tanınmıştır. Pakistan’da da Zia-ül-Hak zamanına kadar, eşit vatandaşlık hakları kullanma ve seçimlere katılma uygulamaları sözkonusuydu. Müslüman olmayanlar için ayrı olarak oyverme ve seçmenlik oluşturan Zia oldu.
Kuran’da -bir başka yerde de yazdığımız gibi-, ne ‘devlet’ ne de ‘ülkesel milliyetçilik’ (territorial nationalism, toprağa bağlı milliyetçilik) kavramı yoktur. Gerçekten, dinsel metinlerde böyle sorunlara değinildiği çok az bir olasılıkla varsayılır. Müslümanlar için, bir dinsel ya da teokratik bir devlet kurulması zorunluğu olduğu ifadesi geçen hiçbir yer yoktur. Kuran, dolaylı olarak bile herhangi bir devlet (biçimi) kavramına gönderme yapmaz. Onun tüm vurgulamaları, bu dünyayı ilgilendiren yaşam için (gerekli) doğruluk, adalet, hayır işleme-iyilik, sevgi, hoşgörü ve akıl üzerinedir. İnsaların barış ve uyum içinde birarada yaşayabilirler.
Demekki, tam bir İslami devlet kavramı, zamanın bir döneminde İslam hukukçuları tarafından (yaşama geçirilme) girişiminde bulunulmuş bir tarihsel yapılanmadır. Ayrıntılı Şeriat kuralları emreden ve de böyle bir devlet içinde Müslüman olmayanlarını haklarını sınırlayan bir İslami devlet şekli çizen işte bu hukukçulardı. Bundan başka, çok değişik tarihsel durumlar ortaya çıkmış ve Kuran ayetleri de, onlara özgü toplumsal ve dinsel özelliklerin etkisi altında yorumlanmaya gidilmişti.
Başka sözcüklerle söylemek gerekirse, gayri Müslümlerin hakları yeniden düşünülmek ve formüle edilmek (ilkelendirilmek) zorunluğu doğacaktır. Kuran, hiçbir yerde dinin, insanların siyasal haklarının temeli olabileceği hükmünü vermemiştir. Bu, yöneticinin dininin yönetim statüsünü belirlediği Ortaçağ Müslüman hukukçularının fikriydi. Böyle bir formülasyonun, İslamın siyasal öğretisinin gerekli bir bölümü olduğu düşünülemez. Bu amaç için yalnızca model Mithak-i- Madina (Medine Sözleşmesi) olabilir. Bu sözleşme, yukarıda belirtildiği üzere, bir dine mensup halk ile diğeri arasında siyasal haklar konusunda herhangi bir ayırım yapmadı.
Bu sözleşme, biçimsel olmasa da, en azından ruhuyla-özüyle, çağdaş devletin vatandaşlarına, din farklılığını hesaba katmadan siyasal haklar verilmesi için değerli bir yolgöstericilik sağlar. Ne yazık ki, İslamın sonraki siyasal kuramcıları, İslam Peygamberi tarafından düzenlenmiş bu anlamlı siyasal belgeyi tamamıyla ihmal etmişlerdir. Çağdaş İslam devletlerinde siyasal haklar teorisi bu belge üzerinde temellendirilmeliydi.
II. 6. Yönetimde Saydamlık
Çağdaş sivil toplumda insan hakları ve vicdan özgürlüğü üzerine çok büyük vurgu vardır. İslam ülkelerinin çoğunun bu alanda iyi sicili olmadığı çok üzücüdür. Vicdan özgürlüğü, insan hakları ve demokrasi birbiriyle tam anlamıyla bütünleşmiştir. Bugün kendilerini “İslam ülkeleri” olarak tanıtmış olan Müslüman çoğunluklu ülkelerin pek çoğunda bile , bırakınız insan hakları tartışmasını, demokrasiye ilişkin tartışma da sürgündedir! Bir İslam toplumunda insan haklarının kabul edilemiyeceğini-benimsenemiyeceğini ileri sürmek asla doğru değildir. Demokrasi ve insan haklarının yokluğu İslam ya da İslam öğretilerinden dolayı değil, fakat yönetimde saydamlıktan tamamıyla yoksun vurguncu/bozuk ve mutlak/baskıcı rejimler yüzündendir.
Yeniden Peygamberin sünnetiyle yaklaşır ve doğru rehberlik yapmış halifeler yönetimine gözatarsak görürüz ki, yönetimde saydamlık ve sorumluluk ilkesi ana temel alınmıştır. Peygamberin önderliğinden deneyim edinmiş kişiler, sorumluluk öğretisine öylesine duyarlıydılar ki, üçüncü Halife bu öğretiden sapınca –ki durum çeşitli nedenlerden dolayı burada tartışılmayacak- başkaldırdılar. İslam Peygamberi ve onun sahabileri, yönetimde şeffalığa ve sorumluluğa saygılı davranma konusunda Müslümanları son derecede duyarlı kılmışlardı; herhangi bir sapmada karşı çıkılırdı.
Fakat baskıcı, otoriter rejimler ortaya çıkınca ve halifelik ilk Emevi monarhı Yezid’le monarşiye dönüşünce, bu öğreti (sorumluluk) uçup havaya karıştı (vanished into thin air)!
Sorumluluk öğretisine saygı duyan kimseler, asla İslamın demokrasi ve insan haklarına karşı olduğunu iddia edemezler. Gerçekte, İslam ülkelerinin -birkaçı dışında- hemen hemen hepsi, 1948 Yılı Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Bildirgesi’ni imzalamışlardır. İmzalamayı reddeden bazı ülkelerin sadece, bir kimsenin seçeceği herhangi bir dine dönme ve vicdan özgürlüğüyle ilgili bir maddesine itirazları vardı. Bu maddeyi onlar İslamın kurallarına karşı olarak algıladılar, çünkü İslamı yadsıyan bir kimsenin ölümle cezalandırılması gerektiğini düşünüyorlardı.
Kuşkusuz, bu çekişmeli/itilaflı din değiştirme hakkını tartışmanın yeri burası değildir, fakat Müslüman fıkıhçılarının dinsel nedenlerden daha çok siyasal nedenler için bu ölüm cezasını yasalaştırdıklarını söylemekle yetinelim. Çağdaş ulus devletlerinde irtidad (dini inkar, yadsıma) nedeniyle ölüm cezası olamaz ve kadın ve erkek olarak bireye arzu ettiği şeyi tekzip etmek-yalanlamak hakkı verilmelidir. Bir insan ölüm tehdidi altında herhangi bir dine bağlı kılınmamalı. Din kuşkusuz ciddi bir olay; bir vicdan ve teslimiyet-bağlanma olayıdır.
Bütün bunlar gösterir ki, Kuran’da ve Peygamberin sünnetinde (Fıkıhçıların fikirlerinde değil) somutlandırılmış-düzenlenmiş olan İslami öğretiler, insan hakları kavramına ve bireysel özgürlüğe (vizcan özgürlüğüne) karşı değildir. İslama yabancıymış gibi insan hakları kavramını yadsıyanlar, bazı Müslüman ülkelerin baskıcı-otoriter yöneticileridir. Gerçekte İslam diğer dinleri resmen tanıyan ve onlara onurlu derece-statü veren ve hatta, onların farklı inançları, ırkları, kabilesi, milleti ya da diline bakmaksızın hepsi Adem’in değerli evlatları kavramını kabullenmiş ilk dindir(Kuran 17, 70 ve 49, 13).
Yine Kuran’da (2, 213), Allahın niyet ve arzusunun bütün insanlığın birliği olduğunun gösterilmesi çok anlamlıdır. Bütün farklılıklar insanidir, tanrısal değil ve bütün farklılıklar demokratik yani eşit ve güzel davranışlar içinde çözümlenebilmelidir (Kuran 29, 46-47). Bunlar Kuran tarafından konulan normlardır, fakat Müslüman ülkelerin yöneticileri, kendi iktidarlarını korumak için bu normlardan sapmışlar ve suçu İslamın üzerine atmışlardır.
İslam çoğulculuğu, vicdan özgürlüğünü, insan hakları ve demokrasiyi onaylar ve böylece laiklik kavramıyla asla çatışmaz. Yine belirtmek ilginç olacaktır; Hindistan benzeri laik bir devlet düzeni içinde Ulema, yönetimin laik ilkelerini kabul etmiş ve asla itirazda bulunmamışlardır. Gerçekten de Hindistan’daki Ulema laikliğe büyük önem vermekte ve laik partilere oy vermeleri için Müslüman kitleleri teşvik etmektedir. Maulana Hussain Ahmad Madani, iki millet teorisini reddederek, karma milliyetçiliği (Muttahida Qaumiyat) yasallaştırma konusunda rehber olmuştur.
Jama'at-e-İslami-i-Hind gecikmiş de olsa laik demokrasiyi kabul etti ve hatta, özellikle Babri Mescid’in yıkılmasından ve onu takibeden kargaşa ve çatışmalardan sonra kendi laik demokrasi cephesini bile kurdu. Bu şekilde, Hindistan Ulema’sının laikliği kabul ederek bu konuda yol göstermiş olduğu kolaylıkla algılanabilir. İslam ve laiklik modern dünyada birlikte gidebilir ve birlikte gitmelidir. (Asghar Ali Engineer, “Islam and Secularism”, www.davoodi-bohras.com)
(İngilizceden çeviren: İsmail Kaygusuz)
Dipnot
1 Verilen rakamların yanlışlığından olacak, yazıda geçen ayetlerden sadece bunu Kuran’da bulamadım. İ.K.